Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

25 Mart 2012 Pazar

Şeyini Şey Ettiğimin Katili - Algan Sezgintüredi

Katilin Meselesi
Roman, Polisiye

Algan Sezgintüredi
Versus Yay. / '07
 
 Polisiye dizilerini seyretmekte, adına yakışır bir devamlılık göstermeyi başaramıyorum. Bunda katilin kim olduğunu bulmadaki başarısızlığımın da etkisi olduğunu itiraf ediyorum.

“Behzat Ç. ne kadar gerçekçi?” tartışmalarının arasında, özel dedektiflik kurumunun polisiye alanına bir özgünlük ve özgürlük kazandırma işlevi olabileceğine dair düşüncelere dalmıştım. Ne de olsa bizde resmi güvenlik kurumu “terörle mücadele” ile örtüşmüş olup, “terör yaratma” konusunda uzmanlaşmış bir yapının içerisinden bize yakın ya da sevebileceğimiz bir karakter resmedildiğinde, hımlayıp gerçekçilik tartışmasına müdahil olmamız anlaşılır bir durum. Özel dedektifliğin ülkemizdeki polisiye denemelerinde kullanılmasının, gerçeklik tartışmasının hoopp diye üzerinden atlamamızı sağlayıp bize yeni alanlar açıp açmayacağı konusunda vıdı vıdı ederken, bir dostum "al ve sus" dedi. Bu sayede Algan Sezgintüredi’nin Katilin Şeyi, Katilin Meselesi ve Katilin Uşağı kitapları ile tanışmış oldum.
Katilin Uşağı
Roman, Polisiye

Algan Sezgintüredi
Versus Yay. / '10
 
Ülkemizde yasal düzenlemeleri de yapılan dedektifliğin, biri bizi dikizliyorun ötesine geçecek bir zemin sunmasının çok zor olduğunu söyleyip, yukarıdaki tartışmada ilk adımda tökezleyip yüzü koyun yere kapaklanacağımızın öngörülür bir şey olduğunu söylerseniz, başımı öne eğer susarım. Ben susarken, bu dikizlemenin nedenleri üzerine de diskur çekebilirsiniz, keyifle dinlerim.

Buna rağmen kitabı salık vermekten de geri kalmam: Yazarın geyiklerinin verdiği keyiften ve polisiye üzerine düşünmemize, bilgilenmemize katkısından mahrum kalmamak için.
Katilin Şeyi
Roman, Polisye

Algan Sezgintüredi
Versus Yay. / '07
 
Kitapları okurken polisiye konusunda aldığım küçük notlarımı sizlerle paylaşmak isterim. Bu notlar tartışmaya ve geliştirilmeye açıktır.
* İster resmi ister gayrı resmi olsun, polisiyelerdeki esas adamımızın bizim ilgimizi çekebilmesi için tutunamayan, son dönemlerin popüler söylemiyle looser olmak zorunda. Cool davranışları, bozuk ağzı, elinden düşürmediği içkisi, kadınlarla sorunlu ilişkisi…Listeyi Holmes ve Behzat’ı düşünerek uzatabiliriz. Bunun nedenleri ve sonuçları üzerine başka bir zaman devam ederiz. Devam etmeden önce tutunamayan insanı, tutmayan bir özne olarak algıladığımı belirtmek isterim. Adamımızın şahsına münhasır tarzı, dik kafalılığı da biraz bundan. 
* Polisiyeyi kriminolojik bir durumla eşitlemeye çalışan denemelerin, katil kim acaba merakı ve akıl oyunları ile bizim tarafta karşılık bulması zor gibi. Merakımızı diri tutması kadar bilginin edinilme süreci ve yöntemi bizim gibi kalın kafalıların önemsediği, keyif aldığı bir nokta. 
* Psikolojik yönü olmayan polisiye topaldır. 
* Suçun durumunu, kaderin insanlara yaptığı bir nanik olmaktan çıkartıp, toplumsal ve tarihsel bir çerçeveye yerleştirme konusunda atılan her adım keyif veriyor. Ben böyle adaletin, böyle dünyanın taa içine edeyim öfkesini taşıyan ve zenginlerin pis işlerinin sokaklarda yapılması zorunluluğunu unutmayan polisiye!.

24 Mart 2012 Cumartesi

kapağı açılmamış kitaplar: Bir Asker Bir Diplomat


Bir Asker - Bir Diplomat
Anı / Söyleşi
Güven Erkaya
Haz: Taner Baytok
Doğan Kitap, 2001
Yukarıdaki başlık altında, memleketimizin kültürel sefaleti dolayısıyla gözümüzden kaçan; önemli kimi kitapları hatırlatmaya çalışacağım.

Bu bağlamda, geçtiğimiz ay bütün yurtta ve dış temsilciliklerde, özellikle de Akp diktatoryasının matbuatında  28 Şubat şenliklerine şahit olduk. Tam da bugünlerde, 28 Şubat’ın Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın yakın dostu  Emekli Büyükelçi Taner Baytok ile yaptıkları söyleşi kitap, “Bir Asker Bir Diplomat”ı okuyunca, dinci gürühun hala büyük bir kinle saldırdığı Erkaya Paşanın da sıkı bir Natocu olduğunu görmekteyiz.

Paşamıza göre, “Türkiye’nin Nato üyeliği, Rus emellerine set çekilmesi açısından dahi Cumhuriyet tarihimizin en önemli dış politika kararıdır.” Özal’ın cumhurbaşkanlığı günlerindeki Amerika gezilerinde, diplomasi kurallarını hiçe sayıp ABD Dışişleri Bakanıyla yalnız başına görüşmesinden, devlet adabı ve geleneklerin nasıl aşındırığına; Özal’ın Genelkurmay’a sormadan nasıl Kuzey Irak’ı işgal planları yaptığına kadar epeyce anekdot bulmaktayız. En acısı da, 90’lı yıllar boyunca Irak’a yönelik ABD ambargosunu Amerikalılara ilk önerenin de Özal olduğunu görüyoruz.

1998 yılı civarında NTV’nin yeni yeni emeklemeye başladığı günlerde, bir programda, Güven Erkaya Paşa, TSK içinden ilk kez bir komutanın ağzından “12 Eylül’ün sola karşı dinciliği kullandığını itiraf etmişti.
Bu kitapta da Paşa, komünizmle mücadelede dinden yararlanmak isterken kantarın topuzunun kaçırıldığını kabul etmekte…

12 Eylül’ün sol reaksiyona karşı çıktığını da söylemekte… Ayrıca, 12 Eylül’le birlikte aşırı milliyetçiliğin de  ülkenin yararına olabilecek bir doktrin ve inanç düzeyine çekildiğini vurgulamakta... MHP’nin 80’lerden başlayarak, Türk-İslam sentezini terk ederek Türkçü bir çizgiye evrilmesinin ipuçlarını da Güven Erkaya’nın sözlerinde buluyoruz. 1992’deki BBP ayrılığı ile bu noktayı ilişkilendirebiliriz.

Ölümünden hemen önce yapılan bu söyleşide, 2000 yılında, Paşanın öngörüsüne göre, “2010-2015 yıllarında Fettullah Gülen ekibinin Türkiye’de rejimi değiştirecek bir güce erişebileceğini düşünüyor”. Silahlı kuvvetler ele geçirilmeden rejimin değiştirilemeyeceğini söylüyor. 2000 yılından baktığında Paşa, TSK’nin pasifize edilemeyeceğini düşünüyor.

Birinci Cumhuriyet’in açmazlarını oluşturan natoculuğun ve sol düşmanlığının memleketi getirdiği hali, bu kitapta olanca açıklığıyla görüyoruz.

“Bir Asker- Bir Diplomat” okurunu bulamamış kitaplardan…
Okuyalım, Cumhuriyetin trajedisine tanıklık edelim.

22 Mart 2012 Perşembe

eski dünya yaşıyor, savaşıyor!

Özgürlük Yanılsaması
Tarih-Kuram, 2006
Yıldız Silier
Yordam Kitap 
İlkokul sıralarında çok duyardık -elbette başka niyetle- eski dünya...yı.

Eski dünya bitip tükenmiş bir kalıntı gibi algılanmaya başladığında yeni dünyanın sıfırdan yapım olduğuna inanmaya şartlandırıldık. Eski dünya, eskide kaldı. Kaydetmenin, paylaşmanın, göndermenin, ulaştırmanın daha önemlisi HIZın öne çıktığı yeni dünya ile 18 ve 19. yüzyıl arasında nasıl bir bağıntı olabilir ki? Daha eski zamanlar için söylenecek daha da az söz var tabii...

Hiçte öyle değil diye yazabilirim: Eski Dünya yaşıyor, Savaşıyor... Aslında eski dünya ile yeni dünya ne tam anlamıyla birbirinden kopuk ne de birbiri ile tamamen bağlantılı...

Günlük yaşantının içinde boğulmuş ve karışmışlar için eski dünya cidden eski dünyadır. Çünkü ulaşabildiği, tüketebildiği her şey HIZ, zaman ve para ile düşünürsek fevkalade değişmiştir. Oysa bu tür hizmetlerin sunumu ve üretimindeki mantığın ve anlayışın tartışılması (tüketme ile aranan haz arayışı) ise aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ayrıntılanmış, derinleşmiş ama öyle ciddi kırılmalar oluşmamıştır.

Politika (burada kastım eşitlik ve özgürlük için mücadele): zaman, hız ve karar denklemine binmiş durumda... İç dinginlik irade için önemli bir başarıdır, özellikle de sürecin hızlandığı dönemeçler de.

Okuma edimi, yazma ve elbette çeviri ürünler de bir karışıklık anlaşılmazlık hakimdir. Eski dünyadan kaynaklı olan şeyleri anlama uğraşımız da eldeki çoğu metin yetersiz yada kafası karışık düşüncelere gömüktür. Doğruya doğru yanlışa yanlış demekten imtina eden, söz ettiği konu hakkında hiç bir hakimiyeti (iç dinginliği ) görülmeyen yazarlardan bıkmış olabilirsiniz. Belki bunlardan haberiniz bile yoktur...

***

İlk çıktığı dönem almış olmama rağmen yakın zamanda okuduğum bir kitabı böyle uzun bir giriş ile anlatmak çok cazip görünmeyebilir. Ama okuma merakının nedenleri bilindiğinde anlatılma nedeni biraz daha aydınlanacaktır.

Birincisi Fransız devrimine insanlığın kendi kaderine dair kalıcı ilk çıngı diyeceksek; öncesi tartışmalar önemli bir ilgiyi hak etmekte. Esas sorunda burada başlıyor: NE OKUNMALI?

Birincisi, anlattığı konuya hakim bir yazardan okunmalı

İkincisi, anlaşılır olmak değer düşürücü değil, konusuna hakim olduğu sürece değer arttırıcı bir ayrıntıdır, dili anlaşılmayan bir yazar  kaybediyor...

Üçüncüsü, mümkünse artık mücadelelerle tanımlanan kin-nefret-ayrımcı dilden uzak olmalıdır.

***
Yıldız Silier'in kitabı karşılaştırmalı okumalara dayanmasına rağmen çoğu karşılaştırmalı araştırmalar gibi anlaşılmaz bir dil kullanmamış. Bunda yazarın konusuna hakimiyeti ile açıklamak büyük bir keyif veriyor. Yazdıkları, her an herhangi bir kişiyle de tartışacak gibi hazır duruyor.

Silier'in kitabı Russo'dan Marx'a dönemi ve yazarları tanımada ilklerden bir çıngı kitabı oluyor:
"... Özgürlük ise kişinin başkalarından korunaklı bir özel alana sahip olması ve bunu gitgide genişletmesiyle elde edilemez. Çünkü mutluluk ve özgürlüğü böyle kavrayan birisi için daima "ben" ile "ötekiler" arasında bir zıtlık olacaktır. (...) Oysa gerçek özgürlük ve mutluluğun kaynağı öncelikle kişinin kendisini iyi tanımasından, hem yeteneklerinin, hem de zaaflarının farkına varıp, buna uygun yaşamasından geçer. 
(...) 
Marx'a göre, insanın gerçek ihtiyaçlarını algılayabilmesi için, iradesini güçlendirmekten çok, onu bilinçlendiren bir mücadele sürecinden geçerek, yabancılaşmayı aşması gerekir. ..."
İyi okumalar.

18 Mart 2012 Pazar

Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikayesi AMERİGO - Stefan Zweig

Amerigo
Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikayesi
Stefan Zweig
Çeviren: Ogün Duman
Can Yay. / 3. Bas. / 2008
Tarih nedir sorusuna cevap aranırken boğuşulan konulardan biri de rastlantıların tarihsel olaylardaki yeridir. Stefan Zweig’ın biyografi çalışmaları bu konudaki merakımı hep diri tutmuştur. Tesadüflere yer açan bir yaşam, tarihsel bir kişilik olmak için elzem midir bilemeyeceğim, ama bireysel bir tarihin oluşumunda tutkunun ateşinin harlanması için gereklidir; özellikle de her şeyin planlanarak öngörülmeye çalışıldığı bir çağda.

Derste bir arkadaşımızın sormuş olduğu soruya, hocamızın “ehh bu da yaşamın cilvesi” diye cevap verebilecekken; soruyu Amerigo Vespucci ve Colombus’un hikayesinden bahsederek yanıtlaması sonucu kitabı tekrar okudum.
"Amerika'ya ‘Amerika’ adı kimin anısına verilmiştir?

Bu soruyu ilkokul çocukları bile hiç düşünmeden hemen yanıtlar: Amerigo Vespucci. 
Oysa ikinci soru yetişkinlerin bile duraklamasına, kararsızlığa düşmesine yol açacaktır, çünkü soru şu: neden dünyanın bu kıtası tam da Amerigo Vespucci'nin ön adıyla vaftiz edilmiştir? Vespucci, Amerika'yı keşfettiği için mi? Hayır, burayı kesinlikle o keşfetmedi! Yoksa Amerika açıklarındaki adalar yerine anakaraya ayak basan ilk kişi olduğundan mı? Bu nedenle de değil, çünkü anakaraya ilk kez Vespucci değil, Kolomb ile Sebastian Cabot ayak bastı. Öyleyse belki de, haksız yere buraya ilk ayak basan kişi olduğunu iddia ettiğinden mi? Vespucci hiçbir zaman herhangi bir makama başvurup böyle bir hak iddiasında bulunmadı. Yoksa bir bilgin ve haritacı olarak hırsa kapılıp söz konusu kıtaya kendi adının verilmesini önerdiğinden mi? Hayır, bunu da hiçbir zaman yapmadı ve büyük olasılıkla ömrünün sonuna kadar adının bir kıtaya verildiğinden haberi bile olmadı. Peki bunların hiçbirini yapmadıysa, nasıl olup da adının ebedileşmesi onuruna Amerigo Vespucci erişmişti? Neden Amerika'nın adı Kolombiya değil de Amerika. 
Bunun sebebi, rastlantı, yanlışlık ve yanlış anlamalardan meydana gelen bir arapsaçı; asla çıkmadığı ve hiçbir zaman çıktığını iddia etmediği bir seyahat sayesinde ön adını dünyamızın dördüncü kıtasına verme şerefine erişmiş bir insanın hikayesi" 
Cennet vaadiyle düzenlenen seferler ile Avrupa insanı, gördükleriyle, öğrendikleriyle karanlık bir çağı yırtmaya başlamıştır. İnsana yaşamı sunan deniz, çocuğunun meraklı sorularında, tutkulu arayışında da onu yalnız bırakmamıştır. Kıyıdan kıyıdan giderek yapılan keşifler ile aklın sınırları kadar mekansal sınırlarda aşılmaktadır. Aşan insan kendi gücünü keşfetmektedir. Dalgaları da aşarak denizaşırı yolculuklar ile güneş ışınlarının gemileri yaktığı, hiçbir kara parçasının olmadığı söylenen yerlerde cennet keşfedilmiştir. Vespucci’nin hikayesi böyle bir dönemde geçmekte.

Keşfedileni anlamak ve anlamlandırmaya çalışan insanın yardımına bir broşür yetişir; Mundus Novus (Yeni Dünya).
“Bu broşürü dünya tarihi içinde böylesine ünlü ve önemli kılan, ne içeriği ne de dönemin insanlarında yarattığı heyecandır. Mektubun asıl özelliği, garip bir şekilde mektubun kendisi değil, başlığında yer alan şu iki sözcüğün, şu dört hecenin, yani Mundus Novus’un evrene bakış açımızda devrim yaratmış olmasıdır.” 
Yanlışlıklar dizgesinin oluşmasında bu broşürün, yazarının niyetini aşan bir etkisi olmuştur. Ne de olsa dönemin önemli özelliklerinden birisi de merak! Daha doğrusu merakın kitleselliği. 

Dönemi ve hikayeyi, “tarih mükemmel bir drama yazarıdır; tragedyalarında olduğu gibi komedyalarında da parlak bir son bulmakta son derece yetkindir.” diyen Zweig’ın kaleminden okumak büyük bir keyif. Siz de tarihsel olayların ve kişiliklerin destansı anlatımlarından sıkıldıysanız ve insanın var olduğu bir tarihsel bakışı önemsiyorsanız kitabı okumanızı öneririm.

Bütün bu keşifler tarihinin, “beyaz insandan sonra” diye başlayan bir tarihin de başlangıcı olduğunu unutmadan!

* Bütün alıntılar kitaptan yapılmıştır.

13 Mart 2012 Salı

yirmibinfersah

Yirmi Bin Fersah... İklim değişimini görmek dünya nüfusunun bir kısmı için iki mevsim arasında gidiş ve gelişler demek oluyor.  Bizim buralarda ise dört mevsim demek. Böylece dört mevsim geçişinin gösterdiği ayrıntılar; çokça ve ilginç meraklar yaratabiliyor.

Değişimin dört farklı gelişimini görenler için; içinde olduğumuz yerdeki değişimleri de görebilmek onların aynı, yakın ve benzemez karakteristik özelliklerini fark etmek ilgimizi cezbediyor.

Belirsizliklerin yirmi bin fersahı'nda kimi zaman Natuillus'ta kimi zaman Pequod'ta olacağız; merak, kuşku ve şaşkınlıkla...