Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

30 Aralık 2012 Pazar

Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup — Zygmunt Bauman

*Akışkan Modern Dünyadan
44 Mektup

Zygmunt Bauman

Çevirmen: Pelin Siral
Habitus Yayıncılık, 2012
İstanbul, 199 sayfa 

"... günümüz genç kuşağının büyük bir kesiminin gerçek zorluklarla, uzun ve umutsuz ekonomik bunalımlarla ve kitlesel işsizlikle hiç karşılaşmadığını hatırlayalım. Bu insanlar (...) her günün bir gün öncekinden daha güneşli ve daha tatlı maceralarla dolu olması umulan/beklenen bir dünyaya doğdular, böyle büyüdüler. (...) Gençlerin dünyanın 'doğal' hali sandıkları iyimser ve vaat dolu mutlu hayat daha fazla devam edemeyebilir. Son ekonomik bunalımın tortuları -kronik işsizlik sorunu, hızla geri çekilen yaşam fırsatları ve kararan umutlar- kolay kolay belki de hiç erimeyebilir."* 

Türkçe'de ilk Bauman kitapları 90'larda Sarmal ve Ayrıntı yayınevinden çıkmıştı. Sonradan kervana başka yayınevleri de katıldı. Bugüne kadar hiç okumadığım bir yazardı. Modern Yaşantıya Dair 44 Mektup'un mektup başlıklarına baktığımda kitap ilgimi çekmiş, ama kendi okuma seyrim içinde yer açmamıştım. Kısa bir Akmar pasajı gezisinden ucuz kitaplar içine atılmış su yemiş bir kopyasını görünce alıp okumaya başladım.

***
Bauman bugünün dünyasına dair onlarca şikayeti ve eleştiriyi denemeleri ile aktarıyor. Yazılanların kimi kısmını şu ya da bu şekilde görüyor, tartışıyor ya da  hissediyoruz. Bu görme, hissetme, tartışma süreci herkesin durduğu yere göre değişiyor ve değiştiği kadar da belirli-belirsiz bir ideolojik konumlanışı da işaret ediyor.

***
Kitapta, yukarıdaki alıntıda bahsedilen 2008 ve sonrası gelişen; bugün hala çözülememiş olan ekonomik kriz üzerine modern dünyanın aldatıcı mutluluk büyüsünün bozulduğunu fazlası ile işliyor. Bauman bu bozulmaya neyin sebep olduğunu çok anlatmıyor. Daha doğrusu bütünsel bir bakış getirmiyor.  Bauman iyi niyetli bir antikomünist ruhla -aynen sosyal-demokratlarda olduğu gibi- akışkan modern dünya'sının bu kadar bozulmasına şaşıyor. Şaşırmak ile birlikte bireyleri totaliter düşünce ve devletlerden özgürleştirmek isteyen çağdaşı kurtarıcı entelektüeller gibi uyarıyor.

Oysa 'bizimkiler'in kaybettiği... Bizimkilerden sosyalist bir ülkeyi terk etmiş olan Bauman'ın desteklediği 'ötekiler'in kazandığı bir dünyanın nasıl görüldüğü her birimize göre değişir. Kazananların sosyalist ülkelere karşı parlatmaktan geri durmadıkları sistemleri tekliyor. Hiçte öyle vaat edildiği gibi değiller. Yazarımız, sosyalist ülkelerin çözülmesi ardından bir on yıl süren kafa karışıklığından sonra görülmeye başlanan yok edilen sosyal haklar ve emekçiler aleyhine değişen yasaları çokta konuşmuyor. Küreselleşmeden ama onun adaletsiz olmasından şikayet ediyor, çözümü de sunuyor. Şimdi şikayetimize ve çözümümüze bakalım:
"... iktidar ve siyaset arasında kaybedilmiş dengeyi yeniden kurmak ancak küresel düzeyde ve sadece yürütme ve yargı kurumlarının desteklediği küresel yasama (ne yazık ki henüz var olmayan) tarafından gerçekleştirilebilir. Bu zorlu iş, şimdiye dek neredeyse bütünüyle 'olumsuz' yaşanmış bir küreselleşmeyi (yani, sermaye, finans, ticaret, enformasyon, suç, uyuşturucu ve silah trafiği gibi, kurumsallaşmış siyasete özünde düşman güçlerin küreselleşmesi) henüz gerçekten başlamamış olan 'olumlu' karşılığı ile (mesela siyasi temsilin, yasama ve yargının küreselleşmesi) tamamlama gereksinimi diye tercüme edilebilir."* (Vurgular bana ait)
Eğer önce küresel adaletsizlik ardından küresel adalet geleceğini düşünmüyorsa nasıl bir kurguya sahip? Sermaye uğruna başka ülkelere ambargo uygulayan, iç savaş çıkaran, savaş açan, işgal eden, işbirlikçi hükümetler kuran devletlerden hangisi bu küresel adaleti kuracaktır?

Küresel adalet gelişmeden önce sormak gerekiyor: Bugün dillere pelesenk olan uluslararası hukukun kapitalist ülkelerin mi yoksa Sovyetler Birliği'nin baskısı ile mi oluşmuştur? Bugün belli ölçülerde emperyalist ülkelerin elini bağlayan BM kararlarının sebebi nedir? Bugünün güçlü kapitalist ülkeleri küresel adaleti geliştirmek mi yoksa önlerinde engel gördükleri BM'yi ilga etmek mi istemektedirler? Bunlar Bauman'ı çok ilgilendirmiyor. Ama sosyal medya ve internet ile ilişkiniz üzerinden sosyal varlığınızı ve üzerimize gelmekte olan kara bulutlardan bahsedebiliyor. Bir gün kim veya kimlerce ne amaçla yapılacağını bilmediğimiz bir küresel adalet oluşursa sorunlarımız da çözülür gibi geliyor.

Bauman fazlası ile maddi temelleri zayıf idealize edilmiş başlıklar hakkında konuşuyor. Günümüz dünyasında küreselleşen sermaye hareketlerinin daha güçlenmesi için savaş çığırtkanlığı yapılıyor. Kimlerin bu çığırtkanlığı yaptığını, kimlerin işgalci olduğunu birbirinden farklı medya kanallarını izlediğinde görecektir. ("... yirminci yüzyılın zorba ve kanlı iki totaliter rejimi, yani Nazizim ve komünizm gibi iki korkunç deneyim ...*"den hiçbirisi bugün yok. Kuzey Kore de ünlü sosyoloğumuzun dişinin kovuğunu doldurmaz.) Bir de Bauman sosyalist ülkeler için gördüğü zorlama ama geçiciliği, nedense kapitalist düzenler için görmek istemiyor. Onları kimi reformlar yapılacak sistemler olarak anlatıyor.

***
Belirsizlikten ve bu belirsizlik sonucu oluşabilecek tehlikeleri şart ediyor. Kara bulut belirsizliğinin sonuçlarının gidebileceği tehlikeler hakkında Bauman Camus'yu kalkan ederek sınırları çizmemiz için uyarıyor:
"Camus bize isyanın, devrimin ve özgürlük [yazarımız durduğu yer gereği 'eşitlik'i atlamış] arayışının insan varlığının kaçınılmaz özellikleri olduğunu ama bu hayranlık uyandırıcı arayışların zorbalıkla sonuçlanmaması için sınırları çizmemiz ve kollamamız gerektiğini söyler."*
Yeniden komünizm hayaleti çıkabilir, hem Bolşevikler gelebilir. Sınırları çizelim ve bu tür belirsizlikten çıkabilecek tehlikeleri dışarı da bırakılım. Ama bir yandan da isyan edip devrim yapalım.) Batılı orta sınıf ve konformist toplumlar isyan ve devrim için sokağa ne kadar çıkacak bilinmez. Belirsizlik hakkında bu kadar uyarı da bulunan yazar; günümüzü tanımlarken anlamsızlaştırdığı, belki göremediği ilişkiler ve onların maddi gerçekliğini es geçiyor. Şayet insanlar harekete geçerse düşündüğü sınırların ne kadar uydurma ve ideolojik bağnazlık içerdiğini de görecektir.

20 Eylül 2012 Perşembe

Teorisyeniniz Devrimciydi

*
Bir gazeteci ve bir akademisyeni düşünelim.

Kast ettiğimiz gazeteciyi tanımlarsak ve bunun için klasik ifadeleri kullanırsak: Gerçeğe bağlı ve onun peşinde olan ve insanlara gerçek hakkında bilgileri ulaştırmaya çalışan kişi diyelim. Diğer yandan vurguladığımız akademisyenimiz ise akademi içerisinde günlük çalışmasına dalıp alanında yeni yorumların, keşiflerin, yasa ve bakışların peşinde olması ile tarif edebiliriz. (Gazeteci ve akademisyen kimliğinin aşınmışlığı yazı içerisinde ne anlama da kullandığını açıklamayı zorunlu kılıyor.)

**
Yaşadığı zamanın, o zamanın tarihteki yerini yorumlama gereksinimini/zorunluluğunu duyan insan için bu iki kişinin çalışmaları arasında gidip gelmesi olasıdır.

Hızlı akan medya süreçlerinin değerlendirmesi için parametre oluşturmak zorunluluğu hasıl olabilir. Bu zorunluluk medya akışlarına bakışı belirleyecek bir çıkış noktası veya orjindir. Bu orjinin oluşturmak doğalı ile kişiyi tarihsel veriye ve bu verinin nasıl yorumlanacağına dair yöntemsel tartışmalara taşır.

Gazetecimiz ile akademisyenimizin tam kapsayamadığı bir alan olacaktır: Politik öznelerin, hükumetlerin, orduların, dini grupların, ekonomik çıkar gruplarının müdahalelere açık politik kamusal alan...
Teorisyeniniz Devrimciydi
21. yüzyılda marksizm ve sosyalizm
Erkin Özalp
Yordam Kitap, 2012

Özellikle bu alana müdahale etmek, anlamak isteyenler bu işe bir yerden başlamalılardır. Bu da öncelikle kişilerin kendilerini konumlandırdıkları yerin düşünsel  dayanaklarından başlayacaktır.

Kişiler, şayet bu karmaşık ve fazlası ile dikkat isteyen süreçlerde 'yanlış öğrenmeler' yaparsa ilk önce kendi davalarına zarar verecekleri gibi süreçleri algılayışları mekanikleşecektir. Bu yüzden okumada, izlemede bu mekanikleşmeyi engellemek gerekiyor... Bu da bir yanı ile kişisel bir çabadır. Ne yazık, kişiler kendilerini tanımladıkları konumlara dair en kolay algıladıkları bu tarz mekanikleştirici yorum ve anlayışlar oluyor.

***
Gelelim Marksistlere... Marksistler düşünsel zenginliklerini ne dini-mistik söylemlerin kapalı dili ile, ne maddi bir çıkara bağlı olarak istenenleri olumlama/haklı gösterme amaçlı, ne de faşist söylemlerin hükümet-ordu destekli ezber dilleri ile kurabilirler. Marksistler sürekli olarak kendilerini geliştirmek, süreçleri anlama da geri kalmamak yükümlülüğünü taşırlar. Burada bir çok çeşitli kaynak ve araç vardır. Doğalıyla kitaplar bu kaynakların en başında gelir. Bu kitapların anlaşılırlığı, yaklaşımı, dili ve yordamı birbirinden farklı olduğu gibi hitap ettiği okuyucu da farklılaşabilir. Özellikle güncellikle kimi bağları zayıflamış olabileceği gibi yanıt veremiyor da olabilir.

İlgili ve tarafını seçmiş biri ister ilk başlarda, isterse bayağı yol almış olsun okuyacağı kitaplardan birisi de Erkin Özalp'in kaleminden çıkan Teorisyeniniz Devrimciydi... Edininiz, okuyunuz.

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Aydınlanma

50 Soruda 
AYDINLANMA 
Afşar Timuçin - Ali Timuçin
Bilim ve Gelecek Kitaplığı
1. Baskı, Mart 2010
1.
Aydınlanma bir hattan daha çok bir kaç hattın birleşme noktası oldu. Gelişen burjuvazinin, meslek sahiplerinin,  soruları için metafiziği yetersiz bulan felsefe ve bilim insanlarının nihayeti ile bazı siyaset adamlarının kaygılarının zamansal çakışması ile doğdu.

Aydınlanma yoktan varolmadı, geçerli kabul edilene dair yüzyıllarca taşınan şüphelerden türedi. Şüpheleri kuvvetlendiren, destekleyen ise kent çeperlerinde gelişen soyluluk dışı zenginler, meslek sahipleri ve zanaatçılardı.

2.
Burjuvalar, mülkiyet edindikçe mülklerini korumak istediler. Ticaret yapmak için sürekli değişmeyen yasalar, değişmeyen vergiler istediler.

Filozoflar, bilim insanları düşüncelerinin, krallık yöneticileri ve din kurumlarınca sansürlenmesini ve bunlardan dolayı yargılanmak istemediler. Tarihi, politikayı, felsefeyi ve diğer bilim alanlarını mesellere bırakmak istemediler.

Yoksullar, sürekli değişen vergiler, sürekli açılan savaşlar, sürekli zenginleşen din kurumlarını, rüşvetçi yöneticileri istemediler.

Farklı olanlar aşağılanmak, ayrımcılığa, katliama uğramak istemediler.

3.
Herkes aynı şeyleri düşünmüyor ve istemiyordu. İstenen istikrarlı bir yasa ve düzen ülkesiydi. Monarşi olabilirdi, ama parlemento ile dengelenmeliydi.

Fransız düşünürlerin çoğunluğu: "evrensel doğrulara ulaşmanın yolu kuşkuyla yola çıkmaktır" diye düşünüyor ve "mutlakyönetimin baskıcılığından kurtulmak için yasa düzeni öngörüyordu."lardı. "yeni toplumda birinin özgürlüğü bir başkasının özgürlüğünü tehlikeye düşürmeyecek biçimde düzenlenmelidir." diyorlardı. insanların günah - ceza baskısına karşı hak ve sorumlulukları bilincini savunuyorlardı.

4.
Fransız düşünürler düşüncelerinde onları etkilemiş olan John Locke'tan daha mutlakiyetçiydiler:

"Locke felsefesi insanın doğal hakları fikrine yaptığı vurguyla, toplum sözleşmesi anlayışı içinde halka dayalı toplumsal ve siyasal düzen düşüncesiyle, halkın yararına çalışan siyasal egemenlik fikriyle ve bunun tamalayıcısı olan direnme hakkı fikriyle yalnızca Aydınlanma'yı değil genelde kendinden sonraki bütün düşünürleri etkiledi."

5.
Aydınlanma şüpheydi. Aydınlanma düşünürleri içinde Rousseau şüphesinin savunduklarında dahi sakınmadı. Bilimleri savundu, ama bilimlerin kötü niyetlerler kullanılabileceğine; yarar fikrine; mülkiyetçiliğe karşı şüphelerini dillendirdi.

6.
"Kant, Aydınlanma nedir sorusuna yanıt adlı çok önemli çalışmasında şöyle der:

Aydınlanma nedir? İnsanın sorumlusu olduğu küçüklüğünün dışına çıkmasıdır. Küçüklük başkasının yolgöstericiliği olmadan anlığını kullanamama yetersizliğidir. Bu küçüklüğün sorumlusu insanın kendisidir, çünkü bunda yatan neden anlığın bir eksikliğinden gelmez, başkasının yolgöstericiliği olmadan anlığını kullanabilme kararlılığının ve yürekliliğinin olmamasından gelir. Sapere aude! Kendi anlığını kullanma yürekliliğini göster. İşte aydınlanma budur."


* Bu yazının ilk yayınladığı sayfa...

10 Ağustos 2012 Cuma

KABİL - İsyankar ve Günahkâr

Kabil
(Kaim) 
Jose Saramago
Çeviren: Işık Ergüden
Kırmızı Kedi Yayınevi
Ekim 2011
İnsanın varlığı kadar eski olan sorulardan biri de iyilik ve kötülük üzerinedir. Bu soruya verilen cevapların insanın tarihini anlama da/anlatma da önemli bir yer tuttuğunu, bu cevaplarda da dinin küçümsenmeyecek etkisi olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanın özünün kötü olduğuna dair yaygın bir inanış vardır. Hoşnutsuz olan durumun nedenini kötülük ile açıklamak ve umut için iyiliğe ihtiyacımız olduğu düşüncesi, iyi ile kötünün mücadelesine dair bir bakışı da içermektedir.
“Sonuç olarak, ya şeytan bizim sandığımızdan daha güçlü ya da biz, dünyanın kötücül tarafı ile iyicil tarafı arasında çok ciddi zımnen azından zımni- bir suç ortaklığı ile karşı karşıyayız.”
Jose Saramago yeryüzünün ilk günâhkarı kabil üzerine yazdığı kitapla bahsettiğimiz bakışı ele almakta ve Katolik Kilisesi ile bilinen tartışmasına da devam etmektedir. En eski hikayelerden birinin, suç, ceza, ahlâk, adalet, lanetler, cinayetler, savaşlar gibi kavram ve eylemler ile örülmüş anlatımı ile bize günümüzü anlayabilmek için de sağlam bir zemin sunuyor : Günahın şehvetini arzuları ile kucaklayıp ahlaksızlaşmış, kötülüğün çamurlarına bulanmış, yoldan çıkmış insanları efendi eskiden doğrudan kendisi cezalandırırken, şimdi bu işi yeryüzünün efendileri yapıyor.

* * *

Kabil’in ebeveynleri, efendinin cömertliği ile cennet bahçesinde sefa içinde yaşarlarken, anlık zevk merakı ile yapmamaları gereken şeyi yaparlar, elmayı yutuverirler. İnsanın cennetten kovulup yeryüzünde başlayan yeni macerasında itaatsizlik vardır ki efendi bunu hiç unutmayacak, insanlara da unutturmayacaktır.
“biz erkekleri, gırtlağımızdan ne inen ne çıkan o sinir bozucu elma parçasıyla sonsuza dek damgalanmış bıraktı.”
Yeryüzü efendilerinin en önemli damgalama araçlarının medya olduğunu söylesek abartmış olur muyuz? İyi olanın varolması için kötünün yaratılması ya da gösterilmesi meselesi…

Yapabilme yeteneğinden yoksun adem ile havva yeryüzünün çetin koşulları karşısında korkuya kapılıp, efendiye pişmanlıklarını sunarlar. Yeryüzündeki yaşam, efendiye hizmet ve kulluk görevleri ile devam eder.

Efendi, cennetinde kendisine itaat zaafı gösteren adem ile havva’nın çocuklarını da sınavdan geçirmek ister: Emeklerinin ürününün efendiye sunulması. Habil’in ürünü beğenilirken kabil’in adağı beğenilmez. Kabil buna çok kızar ve kıskançlık içinde habil'i öldürür.

Habil;
“kardeşinin üzüntüsüne katılmak ve onu teselli etmek yerine, onunla alay etti ve sanki bu da yetmezmiş gibi, kendi kişiliğini yüceltmeye koyuldu; şaşkınlık içindeki ve yapacağını bilemeyen kabil’in karşısında, kendini efendi’nin gözdesi, tanrı’nın seçtiği kişi ilan etti.”
Efendinin seçilmişi habil’in şımarıklığı ile kabil’in ezilmişliği ve yok sayılmışlığı... Bu sınanma meselesinde akan kardeş kanının sorumlusu kim?
“ ben habil’i öldürdüm çünkü seni öldüremezdim, ama benim niyetimde sen ölüsün, Ne demek istediğini anlıyorum, ama ölüm tanrılara yasaktır, Evet oysa kendi adlarına ya da kendileri yüzünden işlenen cinayetleri üstlenmeleri gerekir.”
Kabil yeryüzünde kaçak ve serseri dolaşmaya mahkum edilir. Ve mahkumiyetinin işareti olarak alnından lekelenir.

Kabil’in kâh bir eşeğin sırtında kâh yaya olarak, eski ahit diyarlarında zaman ve mekân tanımayan serüveni başlar. Saramago’nun kabil’i geçmiş, gelecek, şimdi arasında dolaşan bir iz sürücüdür.

Kabil’in yolu âdem, eyüb, ibrahim, nuh, lût peygamberlerle ve kutsal kitaplarda yer alan kişilerin çoğuyla kesişir.

Kitabı okumayı düşünenleri, kabil’in yoldaşlığından mahrum etmemeye çalışarak küçük alıntılarla devam edelim.
“efendi ibrahim’e kendi oğlunu kurban etmesini emretti, bunu gayet sıradan bir şekilde yaptı, tıpkı susamışken bir bardak su ister gibi; demek ki, alışkın olduğu ve gayet sağlam temellere dayanan bir durum bu.”
En sevilen kişiden koça uzanan kurban etme ritüeli ile itaat arasındaki ilişkinin günümüzdeki biçimleri sorusunu kenara not edip devam edelim.

Babil Kulesi, insanoğlunun gökyüzüne yükselme çabasıdır. Efendi, kendisine ulaşma çabasıyla yapılan bu yapıdan hoşlanmaz ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Babilin insanlarına reva gördüğü umutsuzluktur.
“Onun en büyük kusuru kıskançlık, kendi çocuklarından gurur duymaktansa hasedin sesine kulak vermeyi tercih etti, insanların mutlu olduğunu görmeye efendi’nin dayanamadığı açık.”
“efendi emirlerine uymayanlara felaket ya da hastalık gönderir, Demek ki efendi kinci biri.”
Sodom ve gomara felaketinden bağışlanan lut’un karısının başına gelenleri alıntılamazsak olmaz.
“Lut’un karısı, verilen emre uymayarak ardına bakınca tuzdan heykele dönüştü. Ardından olup biteni öğrenmek istemek çok doğalken neden bu şekilde cezalandırıldığını o gün kimse anlayamadı. Ola ki efendi merakı ölümcül bir günah gibi cezalandırmak istemiştir…”
Velhasıl, kabil bu yolculuk boyunca oğlunu kurban etmeye kalkışan İbrahim’in, cinsel tercihlerinden ötürü üzerine kükürt ve ateş yağdırılan Sodom ve Gomora halkının, vücudu baştan ayağa yaralarla kaplanan Eyüb’ün ve daha nicelerinin başına gelenleri görünce gözlerine ve de efendiye inanamıyor!
“kaçınılmaz olan ve artık çoktan sıradanlaşmış ölüler ve yaralılar bir yana bırakılırsa, alışıldık yıkımlar ve daha da alışıldık yangınlar bir yana bırakılırsa, hikâye, her koşulda, güzeldir, imkânsız diye bir şey bilmeyen bir tanrı’nın gücüne kanıttır.”
* * *

Kabil’in son durağı nuh’un gemisidir. Efendi durmadan insanların başına felaket getirmekten yorulmuş olmalı ki, yeni bir başlangıç için “son felaketi” için nuh’a emirlerini verir. Saramago’nun gemide yaşananları nasıl ele aldığını anlatmayalım, ama sorumuzu soralım: Yeni bir başlangıç kabil’in mi efendi’nin mi eseri olacaktır?
“ Efendi işitmez, sağır o, her yandan ona yakarıyorlar, yoksullar, bahtsızlar, talihsizler, dünyanın kendilerine çok gördüğü yardımlar için ona yakarıyorlar, ama efendi onlara sırtını dönüyor…”
Kabil kimdir;

Kabil isyandır,

Kabil meraktır,

Kabil şüphedir,

Kabil eylemdir,

Kabil dile gelmez olanı görmeye çalışandır,

Kabil efendiden nefret edendir.
* Bütün Alıntılar kitaptandır: Kabil, (Kaim) Jose Saramago, Çeviren: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yayınevi, Ekim 2011, İkinci basım
** Saramago'ya bianen cümle içerisindeki özel isimler büyük harfle başlamamıştır. 

7 Ağustos 2012 Salı

Petrol hegemonyasında piyonlar:"kışkırtılmış birkaç müslüman"


Cihad Avrupa'ya Nasıl Ulaştı?
Balkanlar'da Allah'ın Savaşçıları
ve Gizli Servisler
Jürgen Elsasser
Çeviri: Emre Ertem
Nesnel Yayınları, 2008 (2005)
Soru: CIA'nın eski yöneticisi Robert Gates anılarında (From the Shadows), ABD gizli servisinin Afganistan'daki mücahitleri 24 Aralık 1979 tarihindeki Sovyet işgalinden altı ay önce desteklemeye başladığı yazıyor. Bu sırada siz başkan Carter'ın ulusal güvenlik danışmanıydınız. Sizin bu olayda bir rol oynadığınız doğru mu?
Zbigniew Brezinski: Evet. Resmi tarih yazımına göre CIA'nın mücahitlere yardımı Sovyet ordusunun 24 Aralık 1979 tarihinde Afganistan'a müdahalesiyle başladı, ama bugüne kadar gizli tutulan gerçek bundan tamamen farklı: Gerçekte başkan Carter Kabil'deki Sovyet yanlısı yönetime karşı savaşanların desteklenmesi yönündeki ilk direktifini 3 Temmuz 1979 tarihinde vermişti ve ben aynı gün yazdığım notta bu yardımın Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesine neden olacağını açıklamıştım.
(...)
Soru: Sovyetler Birliği, ABD'nin gizli operasyonlarına karşı Afganistan'a müdahale ettiğini açıkladığında kimse bu açıklmaya inanmamıştı. Bununla birlikte bu iddianın bir temeli vardı. Bugün hiç pişmanlık duyuyor musunuz?
Brezinski: Pişmanlık duymak mı? Bu gizli operasyon mükemmel bir fikirdi. Bu operasyon sonunda Ruslar Afganistan'da sıkışıp kaldılar. Bunun için pişman olamamı mı bekliyorsunuz? Sovyetler'in sınırı geçtiği gün başkan Carter'a bir not yazdım: "Artık Sovyetler'e kendi Vietnam'ını hazırlama imkanına kavuştuk." Moskova yaklaşık on yıl süren ve yönetim için taşınması zor bir hale gelen, halkı moral çöküntüsüne sevk eden ve sonunda Sovyet imparatorluğunun çöküğüne yol açan bir sorunla karşı karşıya kaldı.
Soru: Radikal islamcıları desteklediğiniz, onlara silah sağlayıp onları eğittiğiniz için de pişman değil misiniz?
Brezinski: Dünya tarihi için de hangisi daha önemlidir? Taliban mı yoksa Sovyet imparatorluğunun çökmesi mi? Kışkırtılmış birkaç Müslüman mı yoksa Orta Avrupa'nın özgürleşmesi ve "Soğuk Savaş"ın bitmesi mi?

Zbigniew Brezinski ile röportaj, Le Nouvel Observateuer (Paris), 15. - 21.01.1998 (*)

Ortadoğu çöllerinde iki kurnaz
İki farklı çıkar grubunun işbirliği bugün anlaşılmaz görünen kimi başlıkları biraz olsun netleştirecektir. Taraflardan birisi yüzyıllara dayanan bir din içindeki mezhep ve iktidar mücadelesine; diğeri ise sanayi devrimi ile değeri gittikçe artan enerji ihtiyacı ve doğal enerji kaynakları üzerindeki hegemonya mücadelesi içerisinde. Birinin dinle diğerinin ise zaten kendisine ait olduğunu düşündüğü petrol ile çok sorunu yok.

Bu düzlemlerin karşı tarafında soğuk savaşın gölgesinde yeşerip kendi yoluna gitmiş olanlar bulunmakta...

Afganistan, Yugoslavya, (Çeçenistan), Irak, Libya... Suriye (savaş sürüyor)
ABD ve Nato üyesi ülkelerin Ortadoğu'daki gerici iktidar ve yerel liderlerle işbirliği Baas fırtınasına karşı oluştu. Ortadoğu'da Sovyetlerin gölgesinde gelişen bağımsızlıkçı ve Arap milliyetçisi söylemi merkezine alan radikal subaylara karşı Batı geleneksel-dini söylemi destekledi. 1990'larda dilden düşmeyen ünlü "yeşil kuşak"tı bu. Sovyetlerin sınırı olan müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerde ABD'yi ve Batı'yı tutacak fanatik dini iktidarlar kurmak hedefleniyordu.
Sovyetler Birliği'nin desteklediği Merkezi Kabil hükümetine karşı savaşan mücahitlere 1980'ler boyunca ABD ve Suudi Arabistan tarafından yapılan yardımın toplam miktarı 6 milyar USD'dir. (*)
Bu yeşil kuşağın ilk hedefi Afganistan oldu. Afganistan'da devrimle iktidara gelen Afganistan Demokratik Halk Partisi'ne karşı ABD yerel gerici aşiretleri desteklemeye başladı. İktidarın şehirler dışında güçlenmesine izin vermeyen taşralı gericiler ile hükumetin çatışmasına karşı Sovyetler açıktan desteğini koymaktan çekinmedi. Sovyetler Birliğinin çözülüşü ülkede otoriteyi Taliban'ın eline geçirdi. (1996)
Yugoslavya
Yugoslavya'da 80'lerde fitillenen etnik ve dini ayrımcılıklara rağmen önde gelen siyasi liderler bir anlaşma sağladı. Bu sırada ABD'ye giden Aliya İzzetbegoviç antlaşmadan vazgeçtiklerini bir faks ile bildirdi. İçsavaş kısa bir süre sonra eski Yugoslavya'nın kalbini sardı.
Mücahitler Yugoslavya'da ABD ve Nato ülkeleri tarafından 1980'li yıllarda Afganistan'da olduğu gibi desteklendiler. Aynı Afganistan'da olduğu gibi Bosna iç savaşında Müslümanlar "iyiler" olarak kabul gördü.(*)
Dönemin Alman hükümeti de çatışmaları destekledi. ABD, Almanya, Suudi Arabistan, Katar, İran ve Türkiye'nin parasal ve askeri desteğini alan Aliya İzzetbegoviç islami bir ülke kurmak istiyordu.

Kurduğu parti yakın zamana kadar iktidarda yer aldı. Ülkenin yönetici kadrolarına adamlarını yerleştirdi ve ülke dışından gelen silah, adam ve parayı yıllarca kontrol etti. Yurtdışından gelen mücahitlere Bosna pasaportu ve kimliği veriliyor, gelen paralardan maaşlar bağlanıyordu. (Bu uygulamalar çok tanıdık geliyor olabilir)

Batı'nın medya yalanları ile iç savaşın bütün suçları Sırplara kaldı. Afganistan'da Sovyetlere karşı savaşan mücahitler burada da yerlerini aldılar. Sonradan kurulacak olan El-kaide mücahitleri de bu savaşlara katıldı. İç savaşın bitimi ile bu mücahitler dağıldı. Bir kısmı yeniden Afganistan'a döndü, bir kısmı ise Çeçenistan'a gitti.

Irak
El-kaide ismi ilk kez 11 Eylül saldırıları ile duyuldu. Bu saldırı bahane edilerek kangrenleşmiş Saddam iktidarı hedef alındı. bununla birlikte vitrinde Taliban'ı hedef alan ancak orta asya enerji kaynaklarını hedefleyen Afganistan işgali geldi.
Dünya petrol rezervlerinin büyük bölümünün bulunduğu Basra körfezi, ABD için çok büyük stratejik önem taşımaktadır. ABD, 2000 yılında ithal ettiği petrolün dörtte birini bölgeden sağlamıştır. Washington, Irak'ın işgalini, ABD'nin en önemli petrol ortağı komşu Suudi Arabistan'da bu ortaklığa zarar verebilecek gelişmelerin ortaya çıkması durumunda bu ülkeye vakit kaybetmeden müdahale edebilmek için bir gereklilik görmekteydi. Ama bundan daha önemlisi, ABD'nin Şatüllarap Bölgesi çevresindeki rezervleri tam olarak kontrol etmeye başlamasının, ABD'nin Uzakdoğu'daki en önemli rakipleri olan ve petrol ithalatlarının %90'nını bölgeden sağlayan Çin ve Japonya'yı baskı altında tutulmasına sağlayacak olmasıydı. (*)
Irak işgalinin başarıya ulaşması ile direniş örgütleyen baasçılar ile özellikle Şiilere yönelik katliamlarla El-kaide'nin adı sıkça duyuldu. El-kaide ayrıca Irak'a giden Türkiyeli tır şoförlerini de katletti.

Libya
2011'de ABD, Fransa ve İngiltere'nin gerçekleştirdiği muhalefete destek amaçlı hava saldırıları ile Kaddafi güçleri iç savaşı kaybetti. İç savaşta Batı'nın desteklediği gruplar içerisinde El-kaide'nin de yer aldığı sıkça tekrarlandı. Katar ve Suudi destekli mücahitlerin Libya'da çatışmalarda ön saflarda yer aldığı artık herkesçe biliniyor. ABD nereyi işgal etse orada El-kaide/mücahitler kendiliğinden ortaya çıkıyordu.

Ve Suriye
Libya'da iç savaşın bitimi ile buradaki kışkırtılmış müslümanlar tedavi ve dinlenme amaçlı Türkiye'ye geldi. Süreçle bu dinlenmenin ülkemizin güney sınırlarında olacağı anlaşılıyordu. Burada eğitilen mücahitler Suriye'den gelen muhalifler ile iç savaşı başlattılar. Ekonomisi batık Türkiye'ye nereden geldiği belli olmayan on milyar dolarlar muhtemelen savaşı desteklemek için Katar ve Suudi Arabistan'dan geldi. ABD ise işe biraz daha uzak kalmakla birlikte uluslararası planda Suriye'deki Esad iktidarına karşı kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Karşılığında ABD Ortadoğu'da demokratikleşmiş bir ülke bulacak: "Bütün enerji kaynaklarını ABD'ye açan, enerji yollarının güvenliğini sağlayan ve İsrail ile barışık bir kukla devlet." (Kışkırtılmış Selefiler ise Şii desteğindeki bir Nusayri iktidarını yıkmış olacaklar. Sebep oldukları mezhep kavgası ile de tarihe çoğu masum insanın kanı ile yıkanmış bir sayfa ekliyorlar.)
---
(*) Cihad Avrupa'ya Nasıl Ulaştı? Balkanlar'da Allah'ın Savaşçıları ve Gizli Servisler; Jürgen Elsasser; Çeviri: Emre Ertem, Nesnel Yayınları, 2008 (Birinci basım Almanca 2005)

19 Haziran 2012 Salı

'Aşırılık' değil, 'Devrim' provası

Devrim Provaları
(Revolutionary Rehearsals)

Paris 1968, Şili 1972, Portekiz 1974
İran 1979, Polonya 1981

Colin Barker
 

Çeviri: Umut Haskan-İrem Yılmaz
Yordam Kitap, Mayıs 2010
Ünlü İngiliz tarihçi Eric Hobsbawn, geçen yüzyılı ‘aşırılıklar çağı’ olarak adlandırmıştı. 20. yüzyıl, aslında bir devrimler yüzyılıydı. Nitekim Hobsbawn’ın kitabına başlık oluşturan tarih aralığını 1917-1991 biçiminde yani Sovyetler Birliği’nin kuruluş ve çöküş yıllarını baz alarak, geçen yüzyılın aslında ‘aşrılıklar çağı’ değil de bir devrimler yüzyılı olarak nitelendirilmesi gerekliliğini vurgulamak ‘Devrim Provaları’ kitabıyla birlikte daha da anlamlı olacağa benzer.

İşçi sınıfının ve dünya sosyalist hareketinin sonu hüsranla bitse de... ‘Devrim Provaları’nda geçtiğimiz yüzyıldan bugüne devrolan kritik tartışma başlıklarını yeniden değerlendirmemize olanak sağlayan Fransa, Şili, Portekiz, İran ve Polonya deneylerinin ayrıntılı bir analizini buluyoruz. Ülkemiz sol yayıncılığının üzerine yeterince eğilemediği ‘Dünya Solunun’ geçmişteki devrimci kalkışmalarının bilgisinden yoksunluğumuzu giderecek zenginlikte bir eser olarak önümüzde durmakta…

19. yüzyılın sonlarından bu yana dünya sosyalist hareketinin tartışa geldiği reform mu-devrim mi, devrimci durumda ittifaklar meselesi, öncü parti sorunu dahil bir dizi mesele de alınan tavırların; yukarıda adı geçen ülkelerin devrimci süreçlerinde ne gibi sonuçlara yol açtığı inceleniyor.

Kitabın hemen başında Fransa 68’inin yaygın kabullenişin aksine yalnızca gençlik isyanı değil, aynı zamanda işçi sınıfının insanlık tarihindeki en büyük genel grevini de 1968’te Fransa’da gerçekleştirmiştir. “Dokuz milyon işçi bu greve katılmıştır.” (Sf; 16) Fransa 68’i işçi sınıfı ve orta sınıfın “refah devleti” kazanımlarıyla ilelebet uyutulamayacağını göstermiştir. 68 Fransa kalkışmasının yenilgiyi yazarımız şuna bağlamakta: “devletin merkezileşmiş gücüne karşı bir meydan okumaya önderlik edecek devrimci bir partinin yokluğu”. (Sf; 59)

Yeryüzünün tanıklık ettiği en vahşi askeri darbelerden birisini yaşayan ve darbe sonrası uygulanan ekonomi politikasıyla neo-liberalizme geçişin ilk deneyini yaşayan ülke Şilidir. Seçimle iktidara gelen ılımlı solcu lider Allende’nin iktidarına koşulsuz destek sunan Şili devrimcilerinin reformcu çizgisi darbeye engel olamamıştır. “Allende hükümetine ve Halk Cephesine aşırı bağlanmışlık ve reformcu çizgi kriz anlarında burjuva devletinin tahkim edilmesine yaramıştır”. (Sf; 137)

Şili deneyinin hemen ardından gelen 1974 Portekiz Karanfil Devrimi, askeri bir darbeyle faşişt Salazar diktasını alaşağı etmiştir. Alt kademeden radikal subaylarla işçi hareketinin ve sol hareketin temas halinde olduğu ilginç bir süreç yaşanmıştır, Portekiz’de... Bu durum, dönemin ABD Dış İşleri Bakanı Kissinger’a Portekiz, Avrupa’nın Küba’sı olabilir dedirtmiştir.

Portekiz 1960’larda Batı Avrupa’nın en geri ülkesidir. Portekiz Komünist Partisi’de bu geri ülkede sosyalist devrimi savunmuyordu. Partinin temel perspektifini “geri koşullarda ,işçi sınıfına ikincil bir rol öneriyor ve ulusal bağımsızlık ve demokrasinin elde edilmesini yeterli görüyordu.” (Sf; 164)

Portekiz örneğinde de karşımıza çıkan “aşamacı” politik çizginin bedeli ağır olmuş, ABD ve AB, Sosyal Demokrasiye yol vererek Portekiz’i kapitalist sistem içerisinde tutmayı başarmışlardır.

20. yüzyılın en kitlesel devrimlerinden birine sahne olan İran Devrimi, siyasal İslam / sol,
anti-emperyalizm / islamcı hareket içerikli başlıklarda yol açıcı kimi veriler sunmuştur.

1978-1979 yıllarındaki devrimci durum döneminde işçi sınıfı ve orta sınıflar kendisini sol gruplarla değil, İslamcı muhalefetle özdeşleştiriyordu. “İslamcı hareket, Şah ve müttefiki ABD’den kurtulma yolunda, anti-emperyalizm bayrağını solun elinden alabilmiştir. İran Solu, Şah’a muhalefet eden güçler içindeki bağımsız duruşunu koruyamayıp, İslamcı devlete giden yolu bağımsızlığa ve sosyalizme yönelik bir ilerleme saymışlardı”. (Sf; 205) Böylece halkın önüne bağımsız bir seçenek sunma şansını kaçırmışlardır.

Reel Sosyalizmin çözülüşünün ayak seslerini Polonya İşçi Hareketi duyurmuştur. “Temmuz 1980-Aralık 1981 arasında, Dayanışma hareketi,siyasi çözümleme ve strateji yokluğunda, en iyi örgütlenmiş sendikal hareketlerin bile ezilip dağıtılacağını göstermiştir” (Sf; 241) İlerleyen yıllarda da hareketin lideri Lech Walesa’yı kapitalizmin kararlı savunucusu olarak görüyoruz. 80’li yılların sonuna doğru harekette muhafazakar ve milliyetçi eğilimler hızla güçlenerek ülke kapitalizme doğru hızlıca yelken açmıştır.

Yenilgiyle sonuçlanmış hemen bütün devrimci kalkışmalarda, tarihin son derece determinist bir yönde aktığını görmekteyiz. İşçi sınıfıyla bütünleşmiş ve düzenin bütün aktörlerinden kopmuş olmasına rağmen ya devrimci öznenin ya da devrimci perspektif eksikliği bu görkemli kalkışmaların yalnızca birer “prova” olarak yaşanmasına sebep olmuştur.

7 Haziran 2012 Perşembe

Yok edilen dayanışma: Yazko

Yazko (Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretimi Kooperatifi), sahaf gezenlerin bolca gördüğü çoğunluğu mavi-beyaz kapaklı kitapları ile bilinir. Türkiye'deki yayıncılığa yönelik kurulmuş bir kooperatiftir.
Yazko'nun Öyküsü
Erol Toy
İstanbul, 2007
"... 1979 İran devriminin petrolü millileştirmesi, o günün dünyasında derin bir ekonomik bunalımın tetikçisi olmuş (...) Irak'ın Batılı süperlere dayanarak İran'a saldırması bunalımı büsbütün yoğunlaştırmıştı.... Ondan önce varili 9 dolardan işlem gören petrolün fiyatı bir anda 24 dolara fırlamıştı."*
Bunlara ek olarak Türkiye'nin özellikle ABD ile yaşadığı uzlaşmazlıklar sonucu uğradığı kısmi ambargo kitap yayıncılığının ham maddesi olan kağıt fiyatlarının abartılı artışını getirmiş ve kitap yayıncılığı durma noktasına geldiği gibi yazarlar da kitaplarını yayınlanacak bir yayınevi bulamamışlardır.
Yako kitaplarından
Erol Toy'un İmparator'u
Bunun üzerine Erol Toy ve Mustafa Kemal Ağaoğlu öncülüğünde kurulan Yazko dayanışması kitap yayıncılığını yeniden canlandırmış. Kısa bir süre sonra gelen 12 Eylül Askeri darbesi ile kooperatife olan ilgi artmış öncesinde oluşan çevre halkası genişlemiş ve yayıncılığını güçlü bir şekilde devam edebilmiştir. Darbeci askerlerin düşman gördükleri kitaplar, dergiler ve gazetelerin sırası ile kapatılmasına, ağır cezalara maruz kalmasının ceremesini Yazko'da fazlası ile çekmiş. Özellikle haftalık olarak çıkardığı Somut kimi sorunların başlangıcı olduğu gibi kooperatifin ekonomisine yardımda bulunmuş. Dönemin 'yeni' muhalif dili ile başladığı yolu öğrendiği dil ile devam etmiş haftalık Somut ve dolayısı ile Yazko sıkıyönetim komutanlarının dikkatine mazhar olmuşlardır.**
Yazko Edebiyat  dergisi
1. sayısı 3. baskısı
Bu kadar baskıya rağmen okuyucusu Yazko'yu yayınladığı her kitap ve dergisinde okuyucuların yoğun desteği ile karşılaşmıştır. Bugün neredeyse eser haldeki dayanışma darbecilerin sürekli hedefinde olmuştur.
Yazko - Felsefe Yazıları dergisi
Arkalarında sorun olacak hiç bir pürüz ve yasal boşluk bırakmak istemyen darbeilerin hedefindeki Yazko ayakta kalabilmiştir.
Yazko'nun şiir kitaplarından
Kemal Özer'in
Sende Katılmalısın Yaşamı Savunmaya
Ama bu seferde darbe sonrası darbecilerin adamı ve demokrasi kahramanı Özal ve partisinin kimi milletvekillerinin ilgisine mazhar olmuşlardır.
"Bütün olanlara karşın mekan sorununu çözen Yazko sekinci yaşını kutlamaya hazırlanıyordu. Seksenl yılların sonuna gelinmiş... Ve bu olanakla coşkusu yeniden yükselmişti.
Heyhat!
O yılın son pazarında ANAP'ın.. Sonraki dönemde Refahyol... Şimdi de AKP hükumetlerinde bakan ve milletvekilli olan İsmail Kahraman, Ali Coşkun, Kemal Unakıtan, Azmi Ateş, Hamza Albayrak, Resul Tosun, Mahmut Özyol ve benzerleri Nakşi, Nurcu, muhafazakar, demokrat(!), pek çok müslüman kardeşimizle... Her dönemde etkin ve yetkin "Rufailerin," kurduğu "Birlik Vakfı..." (...)
Nasıl ayarlamışlarsa... Külliyeyi bir cuma günü devralmışlar... İzleyen Pazar günü, yarım yüzyılın "tahsis" sahibi "Muallimler Birliği"ne dahi haber vermeden... İstanbul polisinin olağanüstü "cehdiyle," onlarınki de içinde medresede ne varsa devşirilip "imha edilmesini" sağlayarak, "cihadını tamama erdirmiştir!..."..."*
Darbecilerin, sıkıyönetim komutanlıklarının yapamadığını; bugünün duruma göre ya ezik ya da mağrur demokratı oynayanları yapmıştır.
Yazko'nun şiir kitaplarından
İ. Berk'in Kitapların Kitabı
______________ 
* Yazko'nun Öyküsü; Erol Toy; Yaz Yayınları; İstanbul; 2007 
** Bu arada kimi yazar, kitapçı ve yayıncı arasında dedikoduya sebep olan; kanser hastası şair Hasan Hüseyin Korkmazgil için toplanan paranın Erol Toy tarafından iç-edildiği iddiası da yanıtlanmış. Açıkçası hiç inandırıcı gelmeyen dedikoduya karşı düşüncemi destekliyor. Her an kullanılabileceği fikri ile hafta sonları Yazko kasasında tutulan hafta içi bankaya yatırılan para bir pazartesi sabahı erkenden gelen maliyeciler tarafından borç sebebi ile götürülmüştür. Yoksa kitap yazan tanınan bilinen bir insanın bu işe kalkışmayacak kadar sonuçlarını düşünecek zekaya ve deneyime sahiptir.
Yazko'nun haftalık Somut dergisi

20 Mayıs 2012 Pazar

Dünyanın Her Yeri Sahne –“Işıyarak Yok Olan Aktör”

Dünyanın Her Yeri Sahne
Erkan Yücel anısı
1972-1994
Belgeler, Mektuplar, Yazılar, Fotoğraflar
Kibele Yayınları, 2012

Mektuplar, belgeler, yazılar, fotoğraflar... Ankara’da İtfaiye Meydanı arkasındaki küçük evlerden çıkan bir oyuncunun geride bıraktığı izler. O, darbe sonrası kuşağın, 12 Eylülcülerin yaktırdığı Yorgun Savaşçı dizisinin bulunan bir kopyası sayesinde, 1993’te TRT’de izlediği 'kör onbaşı' Erkan Yücel.

Türkiye’nin rönesansı olarak adlandırabileceğimiz altmışlı ve yetmişli yıllarında; Pazarcık ovasında römork üzerine, Ege köylerinde muhtarın ahırına sahne kuran bir tiyatrocu Erkan Yücel.

Dönem öyle bir dönem ki, 13 Aralık 1973 tarihli gazete kupürü şöyle: “AST, kuruluşun 11. yıldönümünü mantı ve kuru fasülye partisi ile kutlayacaktır.” Seyircisini öyle büyülemiştir ki AST’a gelen seyirciler gişedeki görevliye “bu oyunda Erkan Yücel oynuyor mu” diyerek bilet almaya karar verirmiş. Yılmaz Güney’in Endişe filmiyle 1975’te Altın Portakal’da kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülünü, Ege bölgesindeki tarım işçilerine armağan olsun diye Toprak İş sendikasına vermiştir.

***
Erkan Yücel için Yalçın Küçük şöyle demiştir: “Güzel sanatını Maoculukla harcamıştır. Ankara Sanat Tiyatrosundan ayrılma nedeni de politik çizgi farklılığıdır.”

Maoculuk ve Aydınlıkçılıkla belirlediği politik çizgisi özellikle sinemada istediği yere gelmesini engellemiştir. Ölümünden önce eşine yazdığı bir mektupta şunları yazar:
“Ben sıkıntılarımı, özel meselelerimi açmam. Dağ gibi birikmiş dertlerim var. Hep içime atıyorum ama. Şu sanatçılık var ya… Şu bizim ülkede sanatçı olmak, devrimci sanat yapmak o kadar güç, o kadar dertli ve o kadar zevkli ki, dertlerimi açıp kimseyi korkutmak istemiyorum. Erkan bu kadar yetenekli de neden geniş kitleler önüne çıkamıyor diye hayıflanıyorsun. Belki de “canım kendi istemiyor” diyorsundur. Hiç biri değil. Mesela gıyabımda geçen bir tartışma
– Bu filmde bu rolü mutlaka Erkan oynamalı
– Aaa bak bu çok iyi olur
– E’mi
– Bakın onun sanatına bir şey diyemem ama…
–  Ama ne?
– O, Maocu olarak tanınır, üstelik TİKP’dendir. Öbür fraksiyonlar ne der? Bu filmde T. Akan olacak.
Yani bunlar benden oportünist olmamı istiyorlar. Geçenlerde H. Refiğ de “Senin için ne cadı kazanları kaynatıyorlar” demişti.
“Şehir tiyatrosunu anlatsam… Ohooo. Yahu roman yazılır be. Hani düşünmedim de değil. Hele şu “Bereketli Topraklar”ın nasıl çekildiğini yazsam dudakların uçuklar... O yozlukları, o halkı aşağılayan tavırları… İyi aklıma geldi yazacağım.”
***
Seksenli yılların ilk yarısındaki banker faciasını da “Banker –Tanker” oyunuyla hicvetmiştir. Oyunu sahnelediği yer ise Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosudur. Darbe dönemi olmasına karşın oyunu 25 bin kişi izlemiştir.

Tiyatrosunun bir sahneye kavuşması için, 1980’de bütün ekibiyle Alman Hastanesi’nin inşaatında çalışır. 1983’te bir günde 4 oyun sergilediğim için sesi kısılır. Bu nedenle yanında devamlı iğne taşır.

***
İki kez girdiği Devlet Konservatuarı sınavını “çene yapısında sorun var” gerekçesiyle kazanamayan Erkan Yücel, 12 Mart günlerinde, polislere, işkenceli sorgularda hiçbir şey söylememiş. Polisler, “Öyleyse bize bir oyun oyna bakalım!” dediklerinde  de, onlara Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’nden SS’LERİ canlandıran bir sahneyi oynamıştır.

Cezaevinden tahliye olduğunda, tiyatro çalışmalarının yoğunluğundan kendi nişan yemeğine kendisi gidemeyip, yerine arkadaşı Halil Berktay’ı gönderir. Nikah günü, film çekimi günüyle çakışınca memurun verdiği ilk günü kabul edip nikahlandığını ailesine telgrafla bildirir. Aynı Halil Berktay, 10 yıl sonra Ah Bir Zengin Olsam oyununun galasına gider. Oyunu beğenmediği için yarıda bırakıp çıkmıştır. Erkan Yücel bu duruma çok üzülür: “Biz onun yazılarını beğenmediğimiz vakit, yarım mı bırakıyoruz, sonuna kadar okuyoruz” der.

***
Maocu dönekler, şu fani dünyada Erkan Yücel’den de utanmıyor.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

kusursuz tek'lik

Son günlerden birkaç vurgu ile devam edelim.

1.
Hükumet "ayrılıkçı terör örgütü" üyelerinin Müslümanlıktan çıkmış olduklarını kanıtlamak için; muhtemelen bir kaç itirafçının söyledikleri arasından cımbızla seçilen bir kaç örneği abartarak kullandı. Dağdakilerin, Ortadoğu halklarının eski inanışlarından olan Zerdüştlüğe döndüklerini ve ateşe taptıklarını; domuz eti yediklerini ve zorla diğerlerine yedirdiklerini; Allah'a 'İsmail' diye isim takıp alaya aldıklarını propaganda ettiler. Böylece 'tek dil' neyse de 'tek din'e zarar gelmemişti. Zaten tek olanın içinde isyan da olmazdı.

2.
Hükumetin baş ve yardımcı ağızları dileklerinin: "Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet, (tek dil)" lafını sürçmeli-sürçmesiz tekrarlamakta bir beis görmediler. Tek'in içinde 'kusur' olmaz. Mermerin hası olur!

3.
Koalisyon ortaklarından 'gönüllülük'(!) üzerine kurulmuş yapının 'gazeteci' üyeleri bir kitap çıkardı. Son yılların büyük 'gazetecilik başarıları' ile bizi bizden alan iki gazetecinin yayınladığı kitaptan alıntılarla karşılaştım. Kitaba bakmış, ilgimi çeken yerleri göz ucuyla okumuştum. Kitapta yazılanların Aksiyon dergisinin oluşturduğu paranoyak-komplocu teorik dilin/yazıların üzerine kurulduğunu görebilirsiniz. Odatv kitaptan alıntılarla üzerine yaptığı haberi okumak ilginç bir çağrışım yaptı. Bütün Ergenekon davasının ana sanıklarının hiçbirisi Türk yada Müslüman değildi. Böylece tek'çilik bozulmuyordu. Hepsi memleketi sevmeyen kafir, ecnebi filandı:
"28 Şubat sürecinin ünlü aktörleri, perde önünde görünen isimleri gerçekten de oldukça tartışmalı soy kütüklerine, akrabalık ilişkilerine ya da bağlantılarına sahiplerdi. İzmir Bucalı Çevik Bir, gerçekten de Selanik kökenliydi ve köken itibarıyla Sabetaycıydı." (syf:254)
"28 Şubat'la birlikte başlayan dönemin en önemli isimlerinden ve ideologlarından İlhan Selçuk'un annesi Ermeni'ydi.(syf:254)
"Doğu Perinçek ise Erzincan'ın Apçağa köyündendi. Köyde bir zamanlar Ermeni Perinçoğulları yaşıyordu." (syf:254)
"Yalçın Küçük ise hem İbrani kökenliydi hem de dedesi vatana ihanetten yargılanmış, tescilli bir Fransız işbirlikçisiydi. Aynı zamanda Yaşar Büyükanıt'la da akrabaydı." (syf:254)
"Levent Göktaş ise baba tarafından Ermeni, anne tarafından Rum'du. (syf:254)
"Veli Küçük de iddialara göre Ermeni kökenliydi. Türk ordusunda Ermenice konuşabilen birkaç subaydan biriydi. Küçük'ün Ermenice bildiği subay arkadaşları tarafından da biliniyordu. Soranlara Ermeniceyi komşularından öğrendiğini söylüyordu. Oysa çocukluğunu geçirdiği köyde, resmi kayıtlara göre tek bir Ermeni bile yaşamıyordu. Osmanlı kayıtlarına göre ise Bilecik'in Türkmen köyü tamamen Ermeniler'in yaşadığı bir köydü." (syf:264)
(Kaynak: PİRUS - Devşirme Orduların Son Savaşı, Mehmet Baransu, Tuncay Opçin)
3. Rastgele baktığım çizgi romanlar arasından çıkan küçük bir kitapçığı aldım.

Kitapçık Yusuf Fehmi adından birisi tarafından yazılmış. II. Meşrutiyet ardından Fransa'da yayınlamış. Fehmimiz 17-18 yaşlarında Bağdat'tan bir gemi(!) ilen Fransa'ya kaçmış. Kafasında geriyi-geçmişi göremeyecek bir Fransa ve Cumhuriyet hayranlığı ile... Bu küçücük kitapçıkta hayranlığının komik yanlarını da anlatmış. Fransa'da Jön Türkler'in efsane lideri Ahmed Rıza ile tanışmasını ve Ahmed Rıza'ya önerisi ardından elçiliğe giderek karşı-casusluk yapmaya başlamış. Böylece muhbirleri, elçiliğe çalışan diğer kişileri ve İstanbul'dan haberleri kısa sürede Jön Türklere ulaştırabilecektir.

Ahmed Rıza'nın bilgisiyle hazırlanan raporları elçiliğe ulaştırmıştır. "Bu bilgilere göre, İstanbul'da bir Ermeni eylemi olacak, bunu da Jöntürklerin sultanı devirmeye yönelik bir hareketi izleyecekti." Fehmi yazılanların gerçekçi olması için istihbaratına hayalinden iki yerin adını yazmıştır. 26 Ağustos 1896 tarihinden verdiği bu iki yerden birisi olan Osmanlı bankası baskını gerçekleşir. Fehmi ünlenir, değerlenir. Elçilik iyi para verir.

Esas mesele bundan sonra başlar Fehmi artık elçilikte her yere girip çıkabilmekte, herkesle konuşabilmektedir. 15 Temmuz 1903'te Sultan'a yönelik Jöntürklerin başarısız bir suikast girişimi olur. Fehmi, Sultan'a hazırlanan raporu görür ve özetini Babıali'de bir sabah gazetesinde yayınlatır:
Bu rapor, "girişim"in, Jöntürklerin işi olduğunu kanıtlıyordu. Neo-Müslümanların bu ilk devrimci eylemi konusunda tek bir söz edilmemeye ve [Sultan'ın adamları] "tüm darbeyi, birkaç Ermeni'yle, olaya karışan bir yabancıya yükleme"ye karar verilmişti.
İlginçtir araları bozulduktan sonra Ahmed Rıza Yusuf Fehmi'yi: "Kendisine Jöntürk adını vermiş bir Rum." diye 'itham' edince Yusuf Fehmi'de kendini savunur.
Rıza ve okurlarını temin ederim ki ben Rumca tek bir kelime bilmeyen bir Osmanlı Kürt'ünün oğluyum. Bu kürt, aramızda bazılarının yaptığı gibi, yabancı legasyonlara sığınmak yerine Yıldız'la tek başına sürtüşmeyi göze aldı. Tek bir Ermeni ya da Rum'un olmadığı görevlerin üstesinden geldi (...)
Ama aslında Türkiye'yi sevmek ve Osmanlı olmak için sünnet olduğunu belirtir bir belge mi ibraz etmek gerekiyor?
Paris'te Türkler
-Casusluk ve Karşıcasusluk-
Yusuf Fehmi
Haz: Ergun Hiçyılmaz
Broy yayınları

6 Mayıs 2012 Pazar

“İslam Kitlelerin Afyonu Değildir.” HUMEYNİZM

Humeynizm
İslam Cumhuriyeti 
Üzerine Denemeler

Ervand Abrahamian 
Çeviri: Mehmet Toprak
Metis Kitap, Ekim 2002

20. yüzyılın en kitlesel devrimlerinden İran devriminin, ateşli günlerinden bir duvar yazısı: İslam kitlelerin  afyonu  değildir.

Düzene karşı öfkenin, dincilerce nasıl muazzam stratejik-taktiksel manevralarla çalınmasının öyküsünü okuyorsunuz.

Humeynizm kitabı uzun süredir kelepir kitapçılarda 3 liraya alıcısını bekliyor. 2002 baskısı kitap, kısa bir Humeyni hayat hikayesinden sonra, bizleri, politikada hegomonya, idelojilerin reel politikaya yansıması ve en önemlisi de, devrimci durumdaki saflaşmalarda bağımsız gücünü koruyup, rol çalabilme becerisinin nasıl kazanılabileceğini gösteriyor.

20. yüzyılın kitle katılımı en yüksek devriminde güç dengelerini iyi hesaplayıp hamle yapabilen molla gürühu olmuştur. Lenin okulunun öğrencileri bu deneyde sınıfta kalmıştır.
İran solunun 1960’lı yıllardaki gerilla mücadelesi bile mollara esin kaynağı olabilmiş. Toplumdaki kaynamayı hisseden Humeyni, 1970’li yıllara kadar yer vermediği sınıf kavramını kullanmaya başlamıştır. Humeyni 1970 sonrasındaki eserlerinde zenginlere karşı mazlumlar, zenginlere karşı yoksullar vurgusunu sürekli işliyor. Humeyni ve mollalar, Şah dönemindeki reformlarla kente göçen yoksul kitleleri tavlamak için “Müslüman villada değil, gecekondu da oturur” temasını sürekli olarak işliyorlar.

Devrimin ilk yılı 1979’da Humeyni toplumu iki gruba ayırıyor: Ezilenler ve Sömürücüle Buna karşın devrim muhafızlarına vatandaşların konut topraklarının kutsallığını sorun etmemelerini de ihmal etmiyor.Humeyni, rejimi sağlamlaştırdıktan sonra ise, 1981-1987 arasında 100 kadar kanun taslağını özel mülkiyetin kutsallığı gerekçesiyle veto ediyor.

1979 1 Mayıs’ı, devrimden sonra kutlanan ilk 1 Mayıs töreni. İslami rejim şehirli işçi sınıfını harekete geçirmek, laik soldan gelebilecek her türlü tehlikeyi önlemek ve soldan alabildiğine insanı saflarına çekmek için 1 Mayıs’ı görkemli bir şekilde kutluyor. İslami rejim 1979 Nisan sonuna kadar önemli bir hazırlık yapmamıştır. Solun büyük kitlelerle törene katılacağına öğrenince, İslami rejim harekete geçer; 1 Mayıs’ı ücretli tatil günü ilan eder. Sol grupların her biri, yabancı gazetecilere göre yüzbinlerce kişiyi alanlara taşır.Ne yazık ki solun üç büyük grubu Tudeh, Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri,1 Mayıs’ta İslami rejime bağlılıklarını bildirmişlerdir.

Rejim giderek oturmaya başlayınca, İslami rejim, ertesi yıl 80 1 Mayıs’ında işçileri greve teşvik edenler Amerikalı solculardır diyebilmiştir. 1980’den itibaren İslami rejim 1 Mayıs’ı tekeline alarak, kontrol altında tutarak, evcilleştirmeye çalışmıştır. 1983’den sonra da 1 Mayıs toplantıları salonlara hapsedilmiştir.

Hikaye her yerde aynı… 1953’te laik-milliyetçi Musaddık ABD destekli darbeyle devrildiğinde iktidara gelen Şah solu ezmiş Humeyni’nin  hocasından destek alarak dincilerin örgütlenmesine göz yumarak da kendi sonunu hazırlamıştır. İki iktidar döneminin ortak ezileni ise sol olmuştur.

26 Nisan 2012 Perşembe

Takva'dan Yeraltı'na

Yalnızım, evet, herkes yalnızdır, yalnızız. ... 
Bütün ihtifallarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor.
Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz ... 
birbirine karşı yalnızdır.

Yalnızız  (1951, Roman), Peyami Safa

Hepimizin yaşamında özel dönem ve kırılmalar olur.  Bu dönemler biriktirilmiş, bekletilmiş ama bilince çıkartılmamış onca başlığın ortaya dökülmesine sebep olurlar. Dökülenler kimilerimizde sahibini kaçışsız bırakır. Hatta bu geçici süreçler bazen kangren halinde süreğen bir hal almış da olabilir. Böyle dönemlerin her kişide kendine özgü durumlardır. Yaşanan sürecin hissettirdikleri paylaşılamadığın da oluşan hislerden en başatı yalnızlıktır. Kişiler benci yorumları aşamadıkların da çoğu insanın öyle yada böyle hissettiği bu tür gerilimler, açmazlar, ayrışmalar ve çatışmalar kişinin üstün/aşağılık bir varlık olduğuna dair bir inanca da sebep olabilir. 

Yukarı sağ köşedeki alıntı bir tür ergen mızmızlanması olarak değil. Yazının girişinde 'ihtifallarımız'ın nedenlerine ve her kişide gösterdiği farklılık ve bu farklılıklar üzerine vurgu öncesi kısa biri girizgahtır.

İki Muharrem: Takva (2005, Yön: Özer Kızıltan), Yeraltı (2012, Yön: Zeki Demirkubuz)
Muharrem, iki filimde de baş kahramanın adı; çelişkiler, belirsizlikler yumağına düşmüş iki karakteri. Yine de aralarında ciddi bir fark var: Takva'daki Muharrem geçmiş geleneksel toplumun ikilemlerini (günah-sevap, iyi-kötü, melek-şeytan) düşmüş, Yeraltın'daki Muharrem ise modern zamanların ikilemiden daha çok karmaşa belirsizlik ve sıkıntı olarak görünen karanlığına gömülmüş.

Takva: Deli, Divane, Derviş
Takva, 2005, Yön: Ömer Kızıltan
Katı dini düşüncelerin dışında homojen olmayan din yorumları (örneğin kimi sufi gruplar, Mevlevilik, Bektaşilik) insanlardaki "ikilik" üzerine durmuşlardır. Kişinin 'insan-ı kamil' olmanın yolu bu ikilikleri aşmadan geçer.*

Dini yorumların daha sert ve kesin olduğu gruplarda ise 'Takva' (Allah korkusu) öne çıkar. Muharrem dini kuralları şaşmaz bir şekilde sahiplenmiş, kendisi ile aynı dergahtan olan bir patronun yanında çalışmaktadır. Muharrem ibadetlerini kaçırmayan, yaşamını dini inanışına göre kurmaya çalışan bir adamdır. Dergahın mülklerinin kira gelirlerini takip etmesi için Muharrem görevlendirilir. Bundan sonra ise bütün gelişmeler ard arda gerçekleşir.

Muharrem ona öğretilmiş olan ideallerin gürül gürül akan dünya içerisinde nasıl geçersiz olduğunu gördükçe iç-dünyasına daha da kapanır. Durgun dünyasına kapandıkça da fırtınalar durmaz olur. Yine de Muharrem 'arıza' bir örnektir. Yine dergah içerisinden kendi kafasına göre takılan 'eskiler'den bir genç sürekli ortaya çıkar. O deli divane olmuştur. Hoş görülür ama umursanmaz.

Kritik dönemlerinde çoğu kişi için dini açıklamalar yeterli olabilmektedir. Geleneksel toplumda arızalar ya deli ya divane yada derviş olurlar. Daha uç örneklerin ise içine şeytan girmiş oluyor.

Geleneksel toplumun bu sürece dair kısıtları basitleştirilmiş anlatımıyla bunlar... Gelelim diğer Muharremimize

Yeraltı, 2012, Yön: Zeki Demirkubuz 
Yeraltı: Kaybeden, Tutunamayan, Kıl Adam

Modernleşmenin yan ürünleri geleneksel toplumun yan ürünlerinden farksızdı. Yerini bulamamış, kendine bir anlam oluşturamamış ve içinde olduğu toplumun kural ve değerleri ile sürekli başı sıkıntıda olan... Bu uyumsuzluk bilmemekten kaynaklı değil. Tam tersine iyi bilmekten kaynaklı doğmaktadır. Ahlaki/doğru olan ile yanlış/kötü olana dair uyumsuzluklarla anlaşamayan kişinin 'olan' karşısında savrulmasıdır. 

İlk olarak ergenlik sıkıntıları ile görünse bile bu geçicidir. Yaş aldıkça iyice belirginleşmesi ile ergenlik damgasından kurtulur.

Kimileri için cazip bu alanın içerisindeki kişi için bir sürekli yıkımı, koordinatsızlığı, yersizliği üretir. Yeraltı adamımız modern hayatın yan ürünüdür. Krizler aşıldıkça oluşturulamayan dinginlik yeni krizlere yaklaşırken benliği iyice sıkıp gevşeterek kişisinde huzursuzluğa sebep olur.

Yalnızdır. Yalnızızdır ve bu savaş ancak 'yalnızlığımızla' kazanıldığında bir anlam ifade edecektir.

Hangi filim karakterimizin size yakın olduğu ise size kalmıştır.
(*) Bu ikiliğe bir örnek Alevi-Bektaşi ozanlarından Nimri Dede'nin "İkilik kinini içimden atıp / Özde ben bir insan olmaya geldim / Taht kuralı ariflerin gönlüne / Sözde ben bir insan olmaya geldim" Arif Sağ'ın yorumuyla Sözde ben Bir İnsan Olmaya Geldim.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yeryüzüne Dokun

Yirmibinfersah’ta yer alan “Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikâyesi: Amerigo” başlıklı yazı, ‘Yeni Dünya’nın beyaz adam tarafından keşfinin insanoğlunun her türlü engeli aşma yönünde göstermiş olduğu iradenin tarihsel olarak doruğa ulaştığı özel bir tarihsel kesit olduğunu söylerken, bu kesitten öncesini de unutmamak, hatırda tutmak gerektiğini vurgulayarak bitiyordu. Bu satırlarda, işte bu kesitten öncesini anlatan, onu ‘beyaz adam’a hatırlatan bir kitabın öyküsüne değinilecek.

Ganono-o neresidir diye sorulacak olsa, sanırım buna yanıt verebilecek pek kimse çıkmaz ama onun üzerine inşa edilmiş Empire State’i bilmeyen neredeyse yok gibidir. Alabama’yı da pek çoğumuz bilir: Birleşik Devletler’de bir eyaletin adıdır, adıdır ama bir Kızılderili efsanesine dayandığını ve Kızılderili dilinde “İşte burada kalabiliriz” anlamına geldiğini de bilir miyiz? Bu geniş topraklarda bulunmaları bir efsanede anlatılacak değin eskiye giden Kızılderililer, ‘doğudan gelen yüzü kıllı’ adamlarla karşılaştıklarında, bir gün yaşadıkları toprakların ellerinden alınıp rezervasyonlara hapsedileceklerini düşünemezlerdi. Çünkü onlara göre toprak sınır çizgilerine bölünemezdi ve herkese aitti. Beyaz adam inançlarını özgürce yaşamak için yurtlarından kaçıp geldiklerini söyleyerek Kızılderililerin iyi niyetlerini kazanmış, bazı toprakların küçük bir kısmının kendilerine bağışlanmasını sağlamıştı. Ancak beyazlar, cam boncuk ve kırmızı kumaş ile ‘değiş tokuş’ yaptıkları toprakları, zamanla bilinçlenen Kızılderililerden, göstermelik bir biçimde, para ile satın almaya başladılar. Her bir dönümüne 47 cent verdikleri vurgulanırsa göstermelik sözcüğü ile ne anlatılmak istendiği daha anlaşılır olacaktır. Kızılderililer, topraklarını satmak istemiyorlardı, çünkü toprakları beyaz adamın parasından daha değerliydi, üstelik ateşin alevleriyle bile yok olmuyordu. Bunun üzerine beyazlar taleplerini zorla dayatma yoluna gittiler.

Ağır yenilgilerle toprakları ellerinden alınan Kızılderililer, kabileler halinde rezervasyonlara* tıkılmışlardı. Bu ise daha önce özgürce avlanıp, toprağın ruhunu dinlemek için durdukları yerlerden ve atalarının mezarlarından uzakta artık yaşam biçimlerini eskisi gibi sürdüremeyeceklerinin bir işaretiydi. Beyaz adam, toprağı sürmek için çalışmalarını ve Amerikan vatandaşı olmaları gerektiğini söylüyordu. Vatandaş sözcüğü ile söylenmek istenen, beyaz adamın sosyal düzeni altına girilmesiydi. Beyazlar, onların vahşi (Bazı kabilelerde çok eski tarihlerde savaş esnasında kafa derisi yüzme davranışı görülüyordu. Fakat Kızılderililer bu geleneği terk etmişlerdi ve bu davranışın sadece beyaz adamın zalimliğine karşılık olması amacıyla sergilendiği savaşlar olabiliyordu. Kızılderililer için yaşam hakkı çok kutsaldı. Öldürdükleri hayvanlardan özür dilemeleri bunun en açık kanıtı olarak gösterilebilir) ve eğitimsiz olduklarını, bu nedenle mutsuz ve sefil bir hayat sürdüklerini söylüyordu. Bir Avrupalı General ile ‘yamyam’ arasında geçen sohbeti** anlatan fıkrada olduğu gibi, Kızılderililer beyazların bu isnatlarına bilgece eleştiriler getiriyor, gerçek vahşiliğin tahrip edilen doğada, hayvanların sürüler halinde öldürülmesinde ve insanların özgürlüklerinin alınmasında yattığını haykırıyordu. “Beyaz adam kafa derisi yüzmüyor; ama daha kötüsünü yapıyor – kalpleri zehirliyor” diyordu Sauk ve Fox Kızılderililerin reisi Kara Atmaca.

Beyaz adamın, Kızılderilileri ‘modernleştirme’ uğraşı aslında ırkdaşlarına yaptıklarından pek farklı bir anlam içermiyordu. İnsanların daha birer çocukken düzen altına alındığı ve büyüdüklerinde ise bu kez kendilerini kimlerin düzen altına alacaklarını seçtikleri bir sistemdi ve her yol ‘birileri’ için ömür boyu çalışmanın ‘erdemi’ne çıkıyordu.

Kızılderililerin, saçlarının kesilmesini temizlik ve kibarlık nedenlerine dayandıran beyaz adama, kız çocukların saçlarını ve kendi sakallarını hatırlattıklarında beyaz adamın boncuklar ve kırmızı kumaş ile başlamış olduğu köylü kurnazlığına burada da devam ettiği anlaşılıyor. Kentlerin yaşama biçimlerine sahip olmanın uygarlık olduğu öne sürülüyorsa beyaz adamın bunun kendisi için olmadığını düşündüğünü samimi olarak düşünebiliriz demektir. Charles Eastman’ın Kızılderili’nin Ruhu’nda söylediği gibi: “Çocukken, vermek nedir bilirdim; Uygarlaştığımdan beri, bu erdemi unuttum” 

Tatanka Yotanka, yani hepimizin bildiği adıyla Oturan Boğa’nın beyaz adama yönelttiği sözler gerçekten çok etkileyicidir: “Çok ilginçtir ki, toprağı işleme fikrindeler; sahip olma aşkı onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği, ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri geçindirmek için, fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar.”

Kızılderililerin kendilerinden çalışmaları istendiğinde bunun zenginler için çalışmak demek olduğunu görmeleri, kim bilir, belki de durup düşünmek için yeterli zamana sahip oldukları bir yaşam biçiminin kendilerine kattığı düşüncelerin ürünüdür. Nez Perc”lerin küçük bir kabilesi olan Sokulklardan olan ‘hayalciler’ dininin kurucusu olan Smohalla’nın, “Benim gençlerim hiçbir zaman çalışmayacaklar. Çalışan insanlar rüya göremezler; oysa bilgelik, bize rüyalarda gelir” sözü Kızılderililerin, yine bu blogda yer alan “Bir Melankoli Saati: Fahrenheit 451” başlıklı yazıda anlatılan melankoli saati kavramına çok önceleri sahip olduklarını düşündürüyor.

Kızılderililerin doğayla bu kadar iç içe olmalarının onların inançlarına da yansıdığı muhakkak. Hiçbir beyazın hakkında aynı fikre sahip olmamasına karşın Hıristiyanlığın kendilerine dayatılmasına anlam verememeleri bir yana, aslında hiçbir tek tanrılı dinin ileri süremediği kadar engin görüşlü bir inanca sahiptiler. Onlar, dairelerin kutsal olduklarına inanıyorlardı ve kuşların da dairelerini yuvarlak şekilde yapmalarından dolayı kuşlarla aynı dini paylaştıklarını söyleyebiliyorlardı. Bunun dışında başka bir canlıyı kurban verme gelenekleri de yoktu. Bunun samimi olmayan bir davranış olduğunu düşünüyorlardı çünkü bir insan sahip olmadığı bir şeyi kurban veremezdi.

İlginç bir bilgi bize beyaz adamın ‘keşfettikleri’ topraklara yerleşip yerlerinden ettikleri yerlilerin yaşam biçimlerini bozmada alkolü ve uyuşturucuyu çok sık kullandıklarını söylüyor. Bugün Avustralya kıtasının gerçek sahipleri olan Aborjin halkının üyelerinin bir kısmının uyuşturucunun ve Kızılderililerin bir kısmının da reislerinin zehir diye adlandırdıkları rom içkisinin (viskinin) etkileri altında ‘sefil’ bir hayat sürmeleri beyaz adama göre son derece ‘free’ olan hayatın doğal bir tezahürüdür!

Kitabı Kızılderililerin Amerikan Hükümeti’ne yönelttikleri mektuplardan derleyerek oluşturan yazar, bunun nedenini şu duyarlı cümleler ile açıklıyor:“Şimdi hepimiz için, Kızılderililer hariç, onlar adına sonsuz bir öfke ve acı duymak çok kolay. Herhalde Kızılderililer, ölü yada diri, bu tip duyguları çok haklı olarak, acıma ve nefretle karşılarlardı. Kültürü paramparça edilmiş bir halk için üzüntü duymak çok kolaydır. Bu kitap umuyorum ki, saygıyla derlendi; Kızılderililer bir kez daha kendi sesleriyle konuşabilsinler diye.” 
*Sözcükler son derece ideolojik olabiliyor. Mesela Rezervasyon sözcüğü beyaz adam için, Kızılderililer için ayrılmış topraklar anlamına gelirken; Cree Kızılderililer içinse kendileri için sakladıkları topraklar ya da hükümete vermedikleri topraklar anlamına gelir.

**Deniz aşırı bir yolculuk esnasında bir General ve tayfası, rotalarında seyir halindeyken bir adaya çıkış yapmak zorunda kalırlar. Kendisini adanın ileri gelenlerinden bir yerli karşılar. General, bu adanın yerlilerinin insan yediğine dair duyumlar almıştır ve bundan dolayı yerlilerin şefini kınadığını beyan eder. Bu çıkış karşısında şaşkına dönen yerli, “Peki, siz hiç öldürmez misiniz?” diye sorar. General, yaptığı savaşlar da aklına gelerek, bir keresinde tek seferde bin adamı öldürdüklerini gururla anlatır. Yerlinin, “öldürdüğünüz insanları hiç yemez misiniz?” şeklindeki sorusunu, iğrenmiş bir yüz ifadesi takınarak, “Hayır” diye yanıtlar. Bunun üzerine yerlilerin şefi der ki, “Monşer! Yemeyecekseniz neden öldürüyorsunuz?”
McLUHAN, T.C., Yeryüzüne Dokun-Kızılderili Gözüyle Kızılderili Benliği, (Çev. Ece Soydan), İmge Kitabevi Yayınları, İst., 2001.
Yeryüzüne Dokun
Kızılderili Gözüyle Kızılderili Benliği
T. C. McLuhan

Çev. Ece Soydan
İmge Kitabevi Yayınları, 2001

9 Nisan 2012 Pazartesi

Görme Kılavuzu: Aklın Kirden Arınması İçin…

Görme Kılavuzu
Yazılar
Hasip Akgül
1999, Akış Yayıncılık
2007, Duvar Kitabevi

İÇİNDEKİLER
Birinci Baskıya Önsöz-Aydın Ölmez
Yalçın KÜÇÜK
İkinci Baskıya Önsöz
Giriş

BİRİNCİ BÖLÜM
Yaratıcılık Öncesi İki Görme Biçimi:
İmagoloji ve İdeoloji
Yaratıcı Görme: Düşünen Göz: Yorozlu
W Versus W
Kaftan Kim?
Yaratıcı Görme: Eylemli Göz: Picasso
Görmenin Evrimi
Savaş ve Görüntü
Meydan ve Görüntü
Ölüm ve Görüntü
Gelenek ile Bugünü Görmek
Maske Görmez Dikizler
Kör Olma da Gör Bizi

İKİNCİ BÖLÜM
Çözülüşün Görüntüsü
Devletin İdeolojik Mekanizması
Kafka ve Türkiye Solu
Edebiyatımız ve Solcular
Sol, İşçi Sınıfını Nasıl Seviyor?
Çekici Görünür
Ama Deniz Kızları Yanılsamadır

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Vasat Nasıl Üretilir?
Günlük Gazetenin Otopsisi
Zalimin Meclisinde Oturan da Zalimdir
Sanat mı? Şımarıklık mı?
Bedri Baykam mı?
Bir Teşhirci Entelektüel: Hilmi Yavuz
Romancıdan Politikaya Öpücük:
Orhan Pamuk
Politikacıdan Romancıyaya Öpücük:
Erhan Bener
Gün Dirildi Üzerine ve Bir Selam
Aydın Sosyal Hayduttur
Oyun Yazarı Nazım Hikmet
Çetin Ceviz; Çürük Altan
Kaptan
Görme Kılavuzumuz Aziz Nesin
Korkaklara Kahraman Aranıyor!

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Futbol-Din-Kapitalizm
Makine-Doğa
Teknoloji-İnsan İlişkileri
Pazara Çıkarılan Sosyalizm
Traji-Politik
Sonsöz ve İthaf
Yeşilçam filmlerinin düşünce dünyamıza armağan ettiği bir sahnedir: Köyünden çalışmak ve yeni bir hayat kurabilmek umuduyla göçüp şehre gelen bir tarım işçisinin ‘koca’ şehirle olan bu ilk karşılaşmasında yüzünde beliren ifadeyi anlatır. Köy ve kent yaşamı arasında kurduğumuz bu küçüklük-büyüklük dikotomisi bizi, tarım işçimizin büyük bir umut ile attığı adımların bu yeni yaşam karşısında birer çaresizliğe dönüşeceğinin daha filmin başında bu ifade ile verildiği noktasında bir çıkarsamaya vardırabilir. Ne var ki bu çıkarsama bizi, izleyici olarak bize dışarıdan sunulanları/enforme edilenleri aldığımız pasif bir konumdan çıkarmaya yetecek bir süreci başlatmayacaktır. Gerçekten de Yeşilçam filmlerinin, masum bir tarafı da olmasına karşın, izleyiciye ‘gösterdiği’, hep aynı hızda hareket eden bir tren olmuştur ve hep aynı hızda hareket etmekle hareket etmiyor görünmek arasında bir fark yoktur ve farkı yaratacak olan ‘hızdaki değişim’ olacaktır.

Eğer tarih, sıfır noktasında bulunan insanın kendi dışından belirlenmiş/verili doğayı ilk kez değişikliğe uğratması sonucu başladı ise ve insan bunu yaptığı için salt yaşayan bir nesne olmanın ötesine geçip, yani yaptığı şeyi yapan olmasından mütevellit bir özne haline geldi ise hızdaki değişimi görebilmek için de kendi dışından belirlenmiş dünyanın dışına çıkabilmek ve onu değişikliğe uğratmak gerekiyor.

İşte bu hızdaki değişime yoğunlaştığımızda artık bu sahnede yaşananın bir kültür şoku değil, ürününe ve başkalarına yabancılaşmış bir tarım işçisinin, bunlara ek olarak bir de kendine yabancılaşmış olan bir şehirliyle karşılaşmasından ibaret olduğunun ayrımına varırız. Buna bakmakla görmek arasındaki fark diyoruz ve bu söylediklerimiz lügatimizde “farkı fark etmek” deyimine karşılık geliyor.

Tarım işçimizin emeğine ve başkalarına duyduğu yabancılaşmadan kendine duyduğu yabancılaşmaya doğru yapacağı yolculuğun ideolojik uzanımlarına baktığımızda özellikle ‘Değişen Dünya’ ile başlayıp ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘Globalleştirme’ ile devam eden, bireyin artık tümüyle kendi dışından belirlendiği ya/ya da belirlenmek istendiği bir Matrix’e varmış olduğumuzu görüyoruz. Yeşilçam’dan başlayıp Hollywood’da sonlanan bu yolculukta, artık izlediğimiz, kendi yaşam tarzını yaşayamayan bir konumdan, gerçekte alıcısı olduğu halde kendi dışından belirlenmiş bir yaşam tarzının ‘yaratıcısı’ konumuna geçişin kareleridir.

Hasip Akgül, farkı fark etmek üzerine kurduğu Görme Kılavuzu adlı eserinde tüm bir yaşamın ideolojik belirlenimler altında olduğunu vurguluyor ve bir yandan ‘yanlış bilinç’ gibi sorunlu alanlara girerek bu sürecin çok dallı yapısının teorik çıkarsamasını yaparken diğer yandan bu çıkarsamanın ürünlerini de kitabında incelemiş oluyor. İnsanlar geleneksel düşünüşler, inançlar, ahlaki yargılar vb. gibi bilinçlenme biçimlerine tekabül eden davranışların sergilendiği toplumlar halinde yaşarlar ve bu davranışların her birinin kaynağında ideolojik belirlenimler yatar, diğer bir ifadeyle ideoloji hepsini kapsar. Nasıl devletler hukuksal açıdan insanları vatandaşlık bağı ile homojen hale getirmiş oluyorsa ‘gizli ideolojiler’ de insanları fetişler, markalar vb. üzerinden homojenleştirir. Dolayısıyla görüntüleri ayırt ederken öznenin kendisini de ayrı tutması/heterojen kılması esastır. Bilindiği gibi Marks, görünenle gerçek arasındaki farka işaret eder ve bu farkın peşinden koşmayı bilim yapmak olarak adlandırırken, şüphesiz bilim insanının da, içinde bulunduğu toplumun bir üyesi olarak ‘işe’ ideolojik belirlenimlerce oluşturulan önyargılar ile başlayacağını vurguluyor, bilim insanının bu önyargıları bilimsel noktaya taşıyabilmesinin kendisini heterojen kılmakla mümkün olacağını söylüyordu. Öyleyse Marks’ın ‘yanlış bilinç’ kavramıyla ideolojiye yüklemiş olduğu olumsuzluğu genele yayarak her ideolojiyi ‘yanlış bilinç’ olarak değerlendirmek bilim insanını daha başında bilim yapamaz hale getirmek olacaktır ki bu Hasip Akgül’ün de karşı çıktığı bir noktadır. Bu ise üretilmiş bir yanlış bilinç olarak, ideolojilerin sonunun geldiği yönündeki örnekte olduğu türden, bir ideolojinin gerçek üzerindeki bütün çarpıtma mesaisini bir yönteme dayanarak ortaya serecek bir anlayışın da bilimsel olamayacağı anlamına gelecektir.

Görünen aynı zamanda gösterilen de demektir ve öze doğru yapılacak yolculukta farklı bakabilmek bir nitelik haline geldiğinde gösterilenle de yetinilmeyecek ve puslu camların ardından görmemizi sağlayacak birer kılavuz edineceğiz demektir. Akgül “Akıp giden görüntüleri yakalayabilmek için, insanın bu görüntüleri bir yasanın boyunduruğu altına alması, yanılsama dolu gövdesini kavram parçalarına ayırması ve şayet varsa yaşayan ruhunu ayrı bir söz çerçevesi içinde saklamaya alması gerekir; ideoloji budur” derken böylesi bir kılavuzun görünen köylere de gerekebileceğini vurgulamış oluyor.
KAYNAKÇA
AKGÜL, Hasip, Görme Kılavuzu, Akış Yayıncılık, İst., 1999
ÇULHAOĞLU, Metin, Binyıl Eşiğinde Marksizm Ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, İst., 2002.
CANGIZBAY, Kadir, Globalleş(tir)me Terörü, Odak Yayın Ve Dağıtım, Ank., 2003.