Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

20 Mayıs 2012 Pazar

Dünyanın Her Yeri Sahne –“Işıyarak Yok Olan Aktör”

Dünyanın Her Yeri Sahne
Erkan Yücel anısı
1972-1994
Belgeler, Mektuplar, Yazılar, Fotoğraflar
Kibele Yayınları, 2012

Mektuplar, belgeler, yazılar, fotoğraflar... Ankara’da İtfaiye Meydanı arkasındaki küçük evlerden çıkan bir oyuncunun geride bıraktığı izler. O, darbe sonrası kuşağın, 12 Eylülcülerin yaktırdığı Yorgun Savaşçı dizisinin bulunan bir kopyası sayesinde, 1993’te TRT’de izlediği 'kör onbaşı' Erkan Yücel.

Türkiye’nin rönesansı olarak adlandırabileceğimiz altmışlı ve yetmişli yıllarında; Pazarcık ovasında römork üzerine, Ege köylerinde muhtarın ahırına sahne kuran bir tiyatrocu Erkan Yücel.

Dönem öyle bir dönem ki, 13 Aralık 1973 tarihli gazete kupürü şöyle: “AST, kuruluşun 11. yıldönümünü mantı ve kuru fasülye partisi ile kutlayacaktır.” Seyircisini öyle büyülemiştir ki AST’a gelen seyirciler gişedeki görevliye “bu oyunda Erkan Yücel oynuyor mu” diyerek bilet almaya karar verirmiş. Yılmaz Güney’in Endişe filmiyle 1975’te Altın Portakal’da kazandığı en iyi erkek oyuncu ödülünü, Ege bölgesindeki tarım işçilerine armağan olsun diye Toprak İş sendikasına vermiştir.

***
Erkan Yücel için Yalçın Küçük şöyle demiştir: “Güzel sanatını Maoculukla harcamıştır. Ankara Sanat Tiyatrosundan ayrılma nedeni de politik çizgi farklılığıdır.”

Maoculuk ve Aydınlıkçılıkla belirlediği politik çizgisi özellikle sinemada istediği yere gelmesini engellemiştir. Ölümünden önce eşine yazdığı bir mektupta şunları yazar:
“Ben sıkıntılarımı, özel meselelerimi açmam. Dağ gibi birikmiş dertlerim var. Hep içime atıyorum ama. Şu sanatçılık var ya… Şu bizim ülkede sanatçı olmak, devrimci sanat yapmak o kadar güç, o kadar dertli ve o kadar zevkli ki, dertlerimi açıp kimseyi korkutmak istemiyorum. Erkan bu kadar yetenekli de neden geniş kitleler önüne çıkamıyor diye hayıflanıyorsun. Belki de “canım kendi istemiyor” diyorsundur. Hiç biri değil. Mesela gıyabımda geçen bir tartışma
– Bu filmde bu rolü mutlaka Erkan oynamalı
– Aaa bak bu çok iyi olur
– E’mi
– Bakın onun sanatına bir şey diyemem ama…
–  Ama ne?
– O, Maocu olarak tanınır, üstelik TİKP’dendir. Öbür fraksiyonlar ne der? Bu filmde T. Akan olacak.
Yani bunlar benden oportünist olmamı istiyorlar. Geçenlerde H. Refiğ de “Senin için ne cadı kazanları kaynatıyorlar” demişti.
“Şehir tiyatrosunu anlatsam… Ohooo. Yahu roman yazılır be. Hani düşünmedim de değil. Hele şu “Bereketli Topraklar”ın nasıl çekildiğini yazsam dudakların uçuklar... O yozlukları, o halkı aşağılayan tavırları… İyi aklıma geldi yazacağım.”
***
Seksenli yılların ilk yarısındaki banker faciasını da “Banker –Tanker” oyunuyla hicvetmiştir. Oyunu sahnelediği yer ise Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosudur. Darbe dönemi olmasına karşın oyunu 25 bin kişi izlemiştir.

Tiyatrosunun bir sahneye kavuşması için, 1980’de bütün ekibiyle Alman Hastanesi’nin inşaatında çalışır. 1983’te bir günde 4 oyun sergilediğim için sesi kısılır. Bu nedenle yanında devamlı iğne taşır.

***
İki kez girdiği Devlet Konservatuarı sınavını “çene yapısında sorun var” gerekçesiyle kazanamayan Erkan Yücel, 12 Mart günlerinde, polislere, işkenceli sorgularda hiçbir şey söylememiş. Polisler, “Öyleyse bize bir oyun oyna bakalım!” dediklerinde  de, onlara Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti’nden SS’LERİ canlandıran bir sahneyi oynamıştır.

Cezaevinden tahliye olduğunda, tiyatro çalışmalarının yoğunluğundan kendi nişan yemeğine kendisi gidemeyip, yerine arkadaşı Halil Berktay’ı gönderir. Nikah günü, film çekimi günüyle çakışınca memurun verdiği ilk günü kabul edip nikahlandığını ailesine telgrafla bildirir. Aynı Halil Berktay, 10 yıl sonra Ah Bir Zengin Olsam oyununun galasına gider. Oyunu beğenmediği için yarıda bırakıp çıkmıştır. Erkan Yücel bu duruma çok üzülür: “Biz onun yazılarını beğenmediğimiz vakit, yarım mı bırakıyoruz, sonuna kadar okuyoruz” der.

***
Maocu dönekler, şu fani dünyada Erkan Yücel’den de utanmıyor.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

kusursuz tek'lik

Son günlerden birkaç vurgu ile devam edelim.

1.
Hükumet "ayrılıkçı terör örgütü" üyelerinin Müslümanlıktan çıkmış olduklarını kanıtlamak için; muhtemelen bir kaç itirafçının söyledikleri arasından cımbızla seçilen bir kaç örneği abartarak kullandı. Dağdakilerin, Ortadoğu halklarının eski inanışlarından olan Zerdüştlüğe döndüklerini ve ateşe taptıklarını; domuz eti yediklerini ve zorla diğerlerine yedirdiklerini; Allah'a 'İsmail' diye isim takıp alaya aldıklarını propaganda ettiler. Böylece 'tek dil' neyse de 'tek din'e zarar gelmemişti. Zaten tek olanın içinde isyan da olmazdı.

2.
Hükumetin baş ve yardımcı ağızları dileklerinin: "Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet, (tek dil)" lafını sürçmeli-sürçmesiz tekrarlamakta bir beis görmediler. Tek'in içinde 'kusur' olmaz. Mermerin hası olur!

3.
Koalisyon ortaklarından 'gönüllülük'(!) üzerine kurulmuş yapının 'gazeteci' üyeleri bir kitap çıkardı. Son yılların büyük 'gazetecilik başarıları' ile bizi bizden alan iki gazetecinin yayınladığı kitaptan alıntılarla karşılaştım. Kitaba bakmış, ilgimi çeken yerleri göz ucuyla okumuştum. Kitapta yazılanların Aksiyon dergisinin oluşturduğu paranoyak-komplocu teorik dilin/yazıların üzerine kurulduğunu görebilirsiniz. Odatv kitaptan alıntılarla üzerine yaptığı haberi okumak ilginç bir çağrışım yaptı. Bütün Ergenekon davasının ana sanıklarının hiçbirisi Türk yada Müslüman değildi. Böylece tek'çilik bozulmuyordu. Hepsi memleketi sevmeyen kafir, ecnebi filandı:
"28 Şubat sürecinin ünlü aktörleri, perde önünde görünen isimleri gerçekten de oldukça tartışmalı soy kütüklerine, akrabalık ilişkilerine ya da bağlantılarına sahiplerdi. İzmir Bucalı Çevik Bir, gerçekten de Selanik kökenliydi ve köken itibarıyla Sabetaycıydı." (syf:254)
"28 Şubat'la birlikte başlayan dönemin en önemli isimlerinden ve ideologlarından İlhan Selçuk'un annesi Ermeni'ydi.(syf:254)
"Doğu Perinçek ise Erzincan'ın Apçağa köyündendi. Köyde bir zamanlar Ermeni Perinçoğulları yaşıyordu." (syf:254)
"Yalçın Küçük ise hem İbrani kökenliydi hem de dedesi vatana ihanetten yargılanmış, tescilli bir Fransız işbirlikçisiydi. Aynı zamanda Yaşar Büyükanıt'la da akrabaydı." (syf:254)
"Levent Göktaş ise baba tarafından Ermeni, anne tarafından Rum'du. (syf:254)
"Veli Küçük de iddialara göre Ermeni kökenliydi. Türk ordusunda Ermenice konuşabilen birkaç subaydan biriydi. Küçük'ün Ermenice bildiği subay arkadaşları tarafından da biliniyordu. Soranlara Ermeniceyi komşularından öğrendiğini söylüyordu. Oysa çocukluğunu geçirdiği köyde, resmi kayıtlara göre tek bir Ermeni bile yaşamıyordu. Osmanlı kayıtlarına göre ise Bilecik'in Türkmen köyü tamamen Ermeniler'in yaşadığı bir köydü." (syf:264)
(Kaynak: PİRUS - Devşirme Orduların Son Savaşı, Mehmet Baransu, Tuncay Opçin)
3. Rastgele baktığım çizgi romanlar arasından çıkan küçük bir kitapçığı aldım.

Kitapçık Yusuf Fehmi adından birisi tarafından yazılmış. II. Meşrutiyet ardından Fransa'da yayınlamış. Fehmimiz 17-18 yaşlarında Bağdat'tan bir gemi(!) ilen Fransa'ya kaçmış. Kafasında geriyi-geçmişi göremeyecek bir Fransa ve Cumhuriyet hayranlığı ile... Bu küçücük kitapçıkta hayranlığının komik yanlarını da anlatmış. Fransa'da Jön Türkler'in efsane lideri Ahmed Rıza ile tanışmasını ve Ahmed Rıza'ya önerisi ardından elçiliğe giderek karşı-casusluk yapmaya başlamış. Böylece muhbirleri, elçiliğe çalışan diğer kişileri ve İstanbul'dan haberleri kısa sürede Jön Türklere ulaştırabilecektir.

Ahmed Rıza'nın bilgisiyle hazırlanan raporları elçiliğe ulaştırmıştır. "Bu bilgilere göre, İstanbul'da bir Ermeni eylemi olacak, bunu da Jöntürklerin sultanı devirmeye yönelik bir hareketi izleyecekti." Fehmi yazılanların gerçekçi olması için istihbaratına hayalinden iki yerin adını yazmıştır. 26 Ağustos 1896 tarihinden verdiği bu iki yerden birisi olan Osmanlı bankası baskını gerçekleşir. Fehmi ünlenir, değerlenir. Elçilik iyi para verir.

Esas mesele bundan sonra başlar Fehmi artık elçilikte her yere girip çıkabilmekte, herkesle konuşabilmektedir. 15 Temmuz 1903'te Sultan'a yönelik Jöntürklerin başarısız bir suikast girişimi olur. Fehmi, Sultan'a hazırlanan raporu görür ve özetini Babıali'de bir sabah gazetesinde yayınlatır:
Bu rapor, "girişim"in, Jöntürklerin işi olduğunu kanıtlıyordu. Neo-Müslümanların bu ilk devrimci eylemi konusunda tek bir söz edilmemeye ve [Sultan'ın adamları] "tüm darbeyi, birkaç Ermeni'yle, olaya karışan bir yabancıya yükleme"ye karar verilmişti.
İlginçtir araları bozulduktan sonra Ahmed Rıza Yusuf Fehmi'yi: "Kendisine Jöntürk adını vermiş bir Rum." diye 'itham' edince Yusuf Fehmi'de kendini savunur.
Rıza ve okurlarını temin ederim ki ben Rumca tek bir kelime bilmeyen bir Osmanlı Kürt'ünün oğluyum. Bu kürt, aramızda bazılarının yaptığı gibi, yabancı legasyonlara sığınmak yerine Yıldız'la tek başına sürtüşmeyi göze aldı. Tek bir Ermeni ya da Rum'un olmadığı görevlerin üstesinden geldi (...)
Ama aslında Türkiye'yi sevmek ve Osmanlı olmak için sünnet olduğunu belirtir bir belge mi ibraz etmek gerekiyor?
Paris'te Türkler
-Casusluk ve Karşıcasusluk-
Yusuf Fehmi
Haz: Ergun Hiçyılmaz
Broy yayınları

6 Mayıs 2012 Pazar

“İslam Kitlelerin Afyonu Değildir.” HUMEYNİZM

Humeynizm
İslam Cumhuriyeti 
Üzerine Denemeler

Ervand Abrahamian 
Çeviri: Mehmet Toprak
Metis Kitap, Ekim 2002

20. yüzyılın en kitlesel devrimlerinden İran devriminin, ateşli günlerinden bir duvar yazısı: İslam kitlelerin  afyonu  değildir.

Düzene karşı öfkenin, dincilerce nasıl muazzam stratejik-taktiksel manevralarla çalınmasının öyküsünü okuyorsunuz.

Humeynizm kitabı uzun süredir kelepir kitapçılarda 3 liraya alıcısını bekliyor. 2002 baskısı kitap, kısa bir Humeyni hayat hikayesinden sonra, bizleri, politikada hegomonya, idelojilerin reel politikaya yansıması ve en önemlisi de, devrimci durumdaki saflaşmalarda bağımsız gücünü koruyup, rol çalabilme becerisinin nasıl kazanılabileceğini gösteriyor.

20. yüzyılın kitle katılımı en yüksek devriminde güç dengelerini iyi hesaplayıp hamle yapabilen molla gürühu olmuştur. Lenin okulunun öğrencileri bu deneyde sınıfta kalmıştır.
İran solunun 1960’lı yıllardaki gerilla mücadelesi bile mollara esin kaynağı olabilmiş. Toplumdaki kaynamayı hisseden Humeyni, 1970’li yıllara kadar yer vermediği sınıf kavramını kullanmaya başlamıştır. Humeyni 1970 sonrasındaki eserlerinde zenginlere karşı mazlumlar, zenginlere karşı yoksullar vurgusunu sürekli işliyor. Humeyni ve mollalar, Şah dönemindeki reformlarla kente göçen yoksul kitleleri tavlamak için “Müslüman villada değil, gecekondu da oturur” temasını sürekli olarak işliyorlar.

Devrimin ilk yılı 1979’da Humeyni toplumu iki gruba ayırıyor: Ezilenler ve Sömürücüle Buna karşın devrim muhafızlarına vatandaşların konut topraklarının kutsallığını sorun etmemelerini de ihmal etmiyor.Humeyni, rejimi sağlamlaştırdıktan sonra ise, 1981-1987 arasında 100 kadar kanun taslağını özel mülkiyetin kutsallığı gerekçesiyle veto ediyor.

1979 1 Mayıs’ı, devrimden sonra kutlanan ilk 1 Mayıs töreni. İslami rejim şehirli işçi sınıfını harekete geçirmek, laik soldan gelebilecek her türlü tehlikeyi önlemek ve soldan alabildiğine insanı saflarına çekmek için 1 Mayıs’ı görkemli bir şekilde kutluyor. İslami rejim 1979 Nisan sonuna kadar önemli bir hazırlık yapmamıştır. Solun büyük kitlelerle törene katılacağına öğrenince, İslami rejim harekete geçer; 1 Mayıs’ı ücretli tatil günü ilan eder. Sol grupların her biri, yabancı gazetecilere göre yüzbinlerce kişiyi alanlara taşır.Ne yazık ki solun üç büyük grubu Tudeh, Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri,1 Mayıs’ta İslami rejime bağlılıklarını bildirmişlerdir.

Rejim giderek oturmaya başlayınca, İslami rejim, ertesi yıl 80 1 Mayıs’ında işçileri greve teşvik edenler Amerikalı solculardır diyebilmiştir. 1980’den itibaren İslami rejim 1 Mayıs’ı tekeline alarak, kontrol altında tutarak, evcilleştirmeye çalışmıştır. 1983’den sonra da 1 Mayıs toplantıları salonlara hapsedilmiştir.

Hikaye her yerde aynı… 1953’te laik-milliyetçi Musaddık ABD destekli darbeyle devrildiğinde iktidara gelen Şah solu ezmiş Humeyni’nin  hocasından destek alarak dincilerin örgütlenmesine göz yumarak da kendi sonunu hazırlamıştır. İki iktidar döneminin ortak ezileni ise sol olmuştur.