Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

26 Nisan 2012 Perşembe

Takva'dan Yeraltı'na

Yalnızım, evet, herkes yalnızdır, yalnızız. ... 
Bütün ihtifallarımızda yalnızlıklarımız çarpışıyor.
Hatta kendi kendimizle mücadelelerimizde bile kendilerimiz ... 
birbirine karşı yalnızdır.

Yalnızız  (1951, Roman), Peyami Safa

Hepimizin yaşamında özel dönem ve kırılmalar olur.  Bu dönemler biriktirilmiş, bekletilmiş ama bilince çıkartılmamış onca başlığın ortaya dökülmesine sebep olurlar. Dökülenler kimilerimizde sahibini kaçışsız bırakır. Hatta bu geçici süreçler bazen kangren halinde süreğen bir hal almış da olabilir. Böyle dönemlerin her kişide kendine özgü durumlardır. Yaşanan sürecin hissettirdikleri paylaşılamadığın da oluşan hislerden en başatı yalnızlıktır. Kişiler benci yorumları aşamadıkların da çoğu insanın öyle yada böyle hissettiği bu tür gerilimler, açmazlar, ayrışmalar ve çatışmalar kişinin üstün/aşağılık bir varlık olduğuna dair bir inanca da sebep olabilir. 

Yukarı sağ köşedeki alıntı bir tür ergen mızmızlanması olarak değil. Yazının girişinde 'ihtifallarımız'ın nedenlerine ve her kişide gösterdiği farklılık ve bu farklılıklar üzerine vurgu öncesi kısa biri girizgahtır.

İki Muharrem: Takva (2005, Yön: Özer Kızıltan), Yeraltı (2012, Yön: Zeki Demirkubuz)
Muharrem, iki filimde de baş kahramanın adı; çelişkiler, belirsizlikler yumağına düşmüş iki karakteri. Yine de aralarında ciddi bir fark var: Takva'daki Muharrem geçmiş geleneksel toplumun ikilemlerini (günah-sevap, iyi-kötü, melek-şeytan) düşmüş, Yeraltın'daki Muharrem ise modern zamanların ikilemiden daha çok karmaşa belirsizlik ve sıkıntı olarak görünen karanlığına gömülmüş.

Takva: Deli, Divane, Derviş
Takva, 2005, Yön: Ömer Kızıltan
Katı dini düşüncelerin dışında homojen olmayan din yorumları (örneğin kimi sufi gruplar, Mevlevilik, Bektaşilik) insanlardaki "ikilik" üzerine durmuşlardır. Kişinin 'insan-ı kamil' olmanın yolu bu ikilikleri aşmadan geçer.*

Dini yorumların daha sert ve kesin olduğu gruplarda ise 'Takva' (Allah korkusu) öne çıkar. Muharrem dini kuralları şaşmaz bir şekilde sahiplenmiş, kendisi ile aynı dergahtan olan bir patronun yanında çalışmaktadır. Muharrem ibadetlerini kaçırmayan, yaşamını dini inanışına göre kurmaya çalışan bir adamdır. Dergahın mülklerinin kira gelirlerini takip etmesi için Muharrem görevlendirilir. Bundan sonra ise bütün gelişmeler ard arda gerçekleşir.

Muharrem ona öğretilmiş olan ideallerin gürül gürül akan dünya içerisinde nasıl geçersiz olduğunu gördükçe iç-dünyasına daha da kapanır. Durgun dünyasına kapandıkça da fırtınalar durmaz olur. Yine de Muharrem 'arıza' bir örnektir. Yine dergah içerisinden kendi kafasına göre takılan 'eskiler'den bir genç sürekli ortaya çıkar. O deli divane olmuştur. Hoş görülür ama umursanmaz.

Kritik dönemlerinde çoğu kişi için dini açıklamalar yeterli olabilmektedir. Geleneksel toplumda arızalar ya deli ya divane yada derviş olurlar. Daha uç örneklerin ise içine şeytan girmiş oluyor.

Geleneksel toplumun bu sürece dair kısıtları basitleştirilmiş anlatımıyla bunlar... Gelelim diğer Muharremimize

Yeraltı, 2012, Yön: Zeki Demirkubuz 
Yeraltı: Kaybeden, Tutunamayan, Kıl Adam

Modernleşmenin yan ürünleri geleneksel toplumun yan ürünlerinden farksızdı. Yerini bulamamış, kendine bir anlam oluşturamamış ve içinde olduğu toplumun kural ve değerleri ile sürekli başı sıkıntıda olan... Bu uyumsuzluk bilmemekten kaynaklı değil. Tam tersine iyi bilmekten kaynaklı doğmaktadır. Ahlaki/doğru olan ile yanlış/kötü olana dair uyumsuzluklarla anlaşamayan kişinin 'olan' karşısında savrulmasıdır. 

İlk olarak ergenlik sıkıntıları ile görünse bile bu geçicidir. Yaş aldıkça iyice belirginleşmesi ile ergenlik damgasından kurtulur.

Kimileri için cazip bu alanın içerisindeki kişi için bir sürekli yıkımı, koordinatsızlığı, yersizliği üretir. Yeraltı adamımız modern hayatın yan ürünüdür. Krizler aşıldıkça oluşturulamayan dinginlik yeni krizlere yaklaşırken benliği iyice sıkıp gevşeterek kişisinde huzursuzluğa sebep olur.

Yalnızdır. Yalnızızdır ve bu savaş ancak 'yalnızlığımızla' kazanıldığında bir anlam ifade edecektir.

Hangi filim karakterimizin size yakın olduğu ise size kalmıştır.
(*) Bu ikiliğe bir örnek Alevi-Bektaşi ozanlarından Nimri Dede'nin "İkilik kinini içimden atıp / Özde ben bir insan olmaya geldim / Taht kuralı ariflerin gönlüne / Sözde ben bir insan olmaya geldim" Arif Sağ'ın yorumuyla Sözde ben Bir İnsan Olmaya Geldim.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Yeryüzüne Dokun

Yirmibinfersah’ta yer alan “Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikâyesi: Amerigo” başlıklı yazı, ‘Yeni Dünya’nın beyaz adam tarafından keşfinin insanoğlunun her türlü engeli aşma yönünde göstermiş olduğu iradenin tarihsel olarak doruğa ulaştığı özel bir tarihsel kesit olduğunu söylerken, bu kesitten öncesini de unutmamak, hatırda tutmak gerektiğini vurgulayarak bitiyordu. Bu satırlarda, işte bu kesitten öncesini anlatan, onu ‘beyaz adam’a hatırlatan bir kitabın öyküsüne değinilecek.

Ganono-o neresidir diye sorulacak olsa, sanırım buna yanıt verebilecek pek kimse çıkmaz ama onun üzerine inşa edilmiş Empire State’i bilmeyen neredeyse yok gibidir. Alabama’yı da pek çoğumuz bilir: Birleşik Devletler’de bir eyaletin adıdır, adıdır ama bir Kızılderili efsanesine dayandığını ve Kızılderili dilinde “İşte burada kalabiliriz” anlamına geldiğini de bilir miyiz? Bu geniş topraklarda bulunmaları bir efsanede anlatılacak değin eskiye giden Kızılderililer, ‘doğudan gelen yüzü kıllı’ adamlarla karşılaştıklarında, bir gün yaşadıkları toprakların ellerinden alınıp rezervasyonlara hapsedileceklerini düşünemezlerdi. Çünkü onlara göre toprak sınır çizgilerine bölünemezdi ve herkese aitti. Beyaz adam inançlarını özgürce yaşamak için yurtlarından kaçıp geldiklerini söyleyerek Kızılderililerin iyi niyetlerini kazanmış, bazı toprakların küçük bir kısmının kendilerine bağışlanmasını sağlamıştı. Ancak beyazlar, cam boncuk ve kırmızı kumaş ile ‘değiş tokuş’ yaptıkları toprakları, zamanla bilinçlenen Kızılderililerden, göstermelik bir biçimde, para ile satın almaya başladılar. Her bir dönümüne 47 cent verdikleri vurgulanırsa göstermelik sözcüğü ile ne anlatılmak istendiği daha anlaşılır olacaktır. Kızılderililer, topraklarını satmak istemiyorlardı, çünkü toprakları beyaz adamın parasından daha değerliydi, üstelik ateşin alevleriyle bile yok olmuyordu. Bunun üzerine beyazlar taleplerini zorla dayatma yoluna gittiler.

Ağır yenilgilerle toprakları ellerinden alınan Kızılderililer, kabileler halinde rezervasyonlara* tıkılmışlardı. Bu ise daha önce özgürce avlanıp, toprağın ruhunu dinlemek için durdukları yerlerden ve atalarının mezarlarından uzakta artık yaşam biçimlerini eskisi gibi sürdüremeyeceklerinin bir işaretiydi. Beyaz adam, toprağı sürmek için çalışmalarını ve Amerikan vatandaşı olmaları gerektiğini söylüyordu. Vatandaş sözcüğü ile söylenmek istenen, beyaz adamın sosyal düzeni altına girilmesiydi. Beyazlar, onların vahşi (Bazı kabilelerde çok eski tarihlerde savaş esnasında kafa derisi yüzme davranışı görülüyordu. Fakat Kızılderililer bu geleneği terk etmişlerdi ve bu davranışın sadece beyaz adamın zalimliğine karşılık olması amacıyla sergilendiği savaşlar olabiliyordu. Kızılderililer için yaşam hakkı çok kutsaldı. Öldürdükleri hayvanlardan özür dilemeleri bunun en açık kanıtı olarak gösterilebilir) ve eğitimsiz olduklarını, bu nedenle mutsuz ve sefil bir hayat sürdüklerini söylüyordu. Bir Avrupalı General ile ‘yamyam’ arasında geçen sohbeti** anlatan fıkrada olduğu gibi, Kızılderililer beyazların bu isnatlarına bilgece eleştiriler getiriyor, gerçek vahşiliğin tahrip edilen doğada, hayvanların sürüler halinde öldürülmesinde ve insanların özgürlüklerinin alınmasında yattığını haykırıyordu. “Beyaz adam kafa derisi yüzmüyor; ama daha kötüsünü yapıyor – kalpleri zehirliyor” diyordu Sauk ve Fox Kızılderililerin reisi Kara Atmaca.

Beyaz adamın, Kızılderilileri ‘modernleştirme’ uğraşı aslında ırkdaşlarına yaptıklarından pek farklı bir anlam içermiyordu. İnsanların daha birer çocukken düzen altına alındığı ve büyüdüklerinde ise bu kez kendilerini kimlerin düzen altına alacaklarını seçtikleri bir sistemdi ve her yol ‘birileri’ için ömür boyu çalışmanın ‘erdemi’ne çıkıyordu.

Kızılderililerin, saçlarının kesilmesini temizlik ve kibarlık nedenlerine dayandıran beyaz adama, kız çocukların saçlarını ve kendi sakallarını hatırlattıklarında beyaz adamın boncuklar ve kırmızı kumaş ile başlamış olduğu köylü kurnazlığına burada da devam ettiği anlaşılıyor. Kentlerin yaşama biçimlerine sahip olmanın uygarlık olduğu öne sürülüyorsa beyaz adamın bunun kendisi için olmadığını düşündüğünü samimi olarak düşünebiliriz demektir. Charles Eastman’ın Kızılderili’nin Ruhu’nda söylediği gibi: “Çocukken, vermek nedir bilirdim; Uygarlaştığımdan beri, bu erdemi unuttum” 

Tatanka Yotanka, yani hepimizin bildiği adıyla Oturan Boğa’nın beyaz adama yönelttiği sözler gerçekten çok etkileyicidir: “Çok ilginçtir ki, toprağı işleme fikrindeler; sahip olma aşkı onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği, ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri geçindirmek için, fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar.”

Kızılderililerin kendilerinden çalışmaları istendiğinde bunun zenginler için çalışmak demek olduğunu görmeleri, kim bilir, belki de durup düşünmek için yeterli zamana sahip oldukları bir yaşam biçiminin kendilerine kattığı düşüncelerin ürünüdür. Nez Perc”lerin küçük bir kabilesi olan Sokulklardan olan ‘hayalciler’ dininin kurucusu olan Smohalla’nın, “Benim gençlerim hiçbir zaman çalışmayacaklar. Çalışan insanlar rüya göremezler; oysa bilgelik, bize rüyalarda gelir” sözü Kızılderililerin, yine bu blogda yer alan “Bir Melankoli Saati: Fahrenheit 451” başlıklı yazıda anlatılan melankoli saati kavramına çok önceleri sahip olduklarını düşündürüyor.

Kızılderililerin doğayla bu kadar iç içe olmalarının onların inançlarına da yansıdığı muhakkak. Hiçbir beyazın hakkında aynı fikre sahip olmamasına karşın Hıristiyanlığın kendilerine dayatılmasına anlam verememeleri bir yana, aslında hiçbir tek tanrılı dinin ileri süremediği kadar engin görüşlü bir inanca sahiptiler. Onlar, dairelerin kutsal olduklarına inanıyorlardı ve kuşların da dairelerini yuvarlak şekilde yapmalarından dolayı kuşlarla aynı dini paylaştıklarını söyleyebiliyorlardı. Bunun dışında başka bir canlıyı kurban verme gelenekleri de yoktu. Bunun samimi olmayan bir davranış olduğunu düşünüyorlardı çünkü bir insan sahip olmadığı bir şeyi kurban veremezdi.

İlginç bir bilgi bize beyaz adamın ‘keşfettikleri’ topraklara yerleşip yerlerinden ettikleri yerlilerin yaşam biçimlerini bozmada alkolü ve uyuşturucuyu çok sık kullandıklarını söylüyor. Bugün Avustralya kıtasının gerçek sahipleri olan Aborjin halkının üyelerinin bir kısmının uyuşturucunun ve Kızılderililerin bir kısmının da reislerinin zehir diye adlandırdıkları rom içkisinin (viskinin) etkileri altında ‘sefil’ bir hayat sürmeleri beyaz adama göre son derece ‘free’ olan hayatın doğal bir tezahürüdür!

Kitabı Kızılderililerin Amerikan Hükümeti’ne yönelttikleri mektuplardan derleyerek oluşturan yazar, bunun nedenini şu duyarlı cümleler ile açıklıyor:“Şimdi hepimiz için, Kızılderililer hariç, onlar adına sonsuz bir öfke ve acı duymak çok kolay. Herhalde Kızılderililer, ölü yada diri, bu tip duyguları çok haklı olarak, acıma ve nefretle karşılarlardı. Kültürü paramparça edilmiş bir halk için üzüntü duymak çok kolaydır. Bu kitap umuyorum ki, saygıyla derlendi; Kızılderililer bir kez daha kendi sesleriyle konuşabilsinler diye.” 
*Sözcükler son derece ideolojik olabiliyor. Mesela Rezervasyon sözcüğü beyaz adam için, Kızılderililer için ayrılmış topraklar anlamına gelirken; Cree Kızılderililer içinse kendileri için sakladıkları topraklar ya da hükümete vermedikleri topraklar anlamına gelir.

**Deniz aşırı bir yolculuk esnasında bir General ve tayfası, rotalarında seyir halindeyken bir adaya çıkış yapmak zorunda kalırlar. Kendisini adanın ileri gelenlerinden bir yerli karşılar. General, bu adanın yerlilerinin insan yediğine dair duyumlar almıştır ve bundan dolayı yerlilerin şefini kınadığını beyan eder. Bu çıkış karşısında şaşkına dönen yerli, “Peki, siz hiç öldürmez misiniz?” diye sorar. General, yaptığı savaşlar da aklına gelerek, bir keresinde tek seferde bin adamı öldürdüklerini gururla anlatır. Yerlinin, “öldürdüğünüz insanları hiç yemez misiniz?” şeklindeki sorusunu, iğrenmiş bir yüz ifadesi takınarak, “Hayır” diye yanıtlar. Bunun üzerine yerlilerin şefi der ki, “Monşer! Yemeyecekseniz neden öldürüyorsunuz?”
McLUHAN, T.C., Yeryüzüne Dokun-Kızılderili Gözüyle Kızılderili Benliği, (Çev. Ece Soydan), İmge Kitabevi Yayınları, İst., 2001.
Yeryüzüne Dokun
Kızılderili Gözüyle Kızılderili Benliği
T. C. McLuhan

Çev. Ece Soydan
İmge Kitabevi Yayınları, 2001

9 Nisan 2012 Pazartesi

Görme Kılavuzu: Aklın Kirden Arınması İçin…

Görme Kılavuzu
Yazılar
Hasip Akgül
1999, Akış Yayıncılık
2007, Duvar Kitabevi

İÇİNDEKİLER
Birinci Baskıya Önsöz-Aydın Ölmez
Yalçın KÜÇÜK
İkinci Baskıya Önsöz
Giriş

BİRİNCİ BÖLÜM
Yaratıcılık Öncesi İki Görme Biçimi:
İmagoloji ve İdeoloji
Yaratıcı Görme: Düşünen Göz: Yorozlu
W Versus W
Kaftan Kim?
Yaratıcı Görme: Eylemli Göz: Picasso
Görmenin Evrimi
Savaş ve Görüntü
Meydan ve Görüntü
Ölüm ve Görüntü
Gelenek ile Bugünü Görmek
Maske Görmez Dikizler
Kör Olma da Gör Bizi

İKİNCİ BÖLÜM
Çözülüşün Görüntüsü
Devletin İdeolojik Mekanizması
Kafka ve Türkiye Solu
Edebiyatımız ve Solcular
Sol, İşçi Sınıfını Nasıl Seviyor?
Çekici Görünür
Ama Deniz Kızları Yanılsamadır

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Vasat Nasıl Üretilir?
Günlük Gazetenin Otopsisi
Zalimin Meclisinde Oturan da Zalimdir
Sanat mı? Şımarıklık mı?
Bedri Baykam mı?
Bir Teşhirci Entelektüel: Hilmi Yavuz
Romancıdan Politikaya Öpücük:
Orhan Pamuk
Politikacıdan Romancıyaya Öpücük:
Erhan Bener
Gün Dirildi Üzerine ve Bir Selam
Aydın Sosyal Hayduttur
Oyun Yazarı Nazım Hikmet
Çetin Ceviz; Çürük Altan
Kaptan
Görme Kılavuzumuz Aziz Nesin
Korkaklara Kahraman Aranıyor!

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Futbol-Din-Kapitalizm
Makine-Doğa
Teknoloji-İnsan İlişkileri
Pazara Çıkarılan Sosyalizm
Traji-Politik
Sonsöz ve İthaf
Yeşilçam filmlerinin düşünce dünyamıza armağan ettiği bir sahnedir: Köyünden çalışmak ve yeni bir hayat kurabilmek umuduyla göçüp şehre gelen bir tarım işçisinin ‘koca’ şehirle olan bu ilk karşılaşmasında yüzünde beliren ifadeyi anlatır. Köy ve kent yaşamı arasında kurduğumuz bu küçüklük-büyüklük dikotomisi bizi, tarım işçimizin büyük bir umut ile attığı adımların bu yeni yaşam karşısında birer çaresizliğe dönüşeceğinin daha filmin başında bu ifade ile verildiği noktasında bir çıkarsamaya vardırabilir. Ne var ki bu çıkarsama bizi, izleyici olarak bize dışarıdan sunulanları/enforme edilenleri aldığımız pasif bir konumdan çıkarmaya yetecek bir süreci başlatmayacaktır. Gerçekten de Yeşilçam filmlerinin, masum bir tarafı da olmasına karşın, izleyiciye ‘gösterdiği’, hep aynı hızda hareket eden bir tren olmuştur ve hep aynı hızda hareket etmekle hareket etmiyor görünmek arasında bir fark yoktur ve farkı yaratacak olan ‘hızdaki değişim’ olacaktır.

Eğer tarih, sıfır noktasında bulunan insanın kendi dışından belirlenmiş/verili doğayı ilk kez değişikliğe uğratması sonucu başladı ise ve insan bunu yaptığı için salt yaşayan bir nesne olmanın ötesine geçip, yani yaptığı şeyi yapan olmasından mütevellit bir özne haline geldi ise hızdaki değişimi görebilmek için de kendi dışından belirlenmiş dünyanın dışına çıkabilmek ve onu değişikliğe uğratmak gerekiyor.

İşte bu hızdaki değişime yoğunlaştığımızda artık bu sahnede yaşananın bir kültür şoku değil, ürününe ve başkalarına yabancılaşmış bir tarım işçisinin, bunlara ek olarak bir de kendine yabancılaşmış olan bir şehirliyle karşılaşmasından ibaret olduğunun ayrımına varırız. Buna bakmakla görmek arasındaki fark diyoruz ve bu söylediklerimiz lügatimizde “farkı fark etmek” deyimine karşılık geliyor.

Tarım işçimizin emeğine ve başkalarına duyduğu yabancılaşmadan kendine duyduğu yabancılaşmaya doğru yapacağı yolculuğun ideolojik uzanımlarına baktığımızda özellikle ‘Değişen Dünya’ ile başlayıp ‘Yeni Dünya Düzeni’ ve ‘Globalleştirme’ ile devam eden, bireyin artık tümüyle kendi dışından belirlendiği ya/ya da belirlenmek istendiği bir Matrix’e varmış olduğumuzu görüyoruz. Yeşilçam’dan başlayıp Hollywood’da sonlanan bu yolculukta, artık izlediğimiz, kendi yaşam tarzını yaşayamayan bir konumdan, gerçekte alıcısı olduğu halde kendi dışından belirlenmiş bir yaşam tarzının ‘yaratıcısı’ konumuna geçişin kareleridir.

Hasip Akgül, farkı fark etmek üzerine kurduğu Görme Kılavuzu adlı eserinde tüm bir yaşamın ideolojik belirlenimler altında olduğunu vurguluyor ve bir yandan ‘yanlış bilinç’ gibi sorunlu alanlara girerek bu sürecin çok dallı yapısının teorik çıkarsamasını yaparken diğer yandan bu çıkarsamanın ürünlerini de kitabında incelemiş oluyor. İnsanlar geleneksel düşünüşler, inançlar, ahlaki yargılar vb. gibi bilinçlenme biçimlerine tekabül eden davranışların sergilendiği toplumlar halinde yaşarlar ve bu davranışların her birinin kaynağında ideolojik belirlenimler yatar, diğer bir ifadeyle ideoloji hepsini kapsar. Nasıl devletler hukuksal açıdan insanları vatandaşlık bağı ile homojen hale getirmiş oluyorsa ‘gizli ideolojiler’ de insanları fetişler, markalar vb. üzerinden homojenleştirir. Dolayısıyla görüntüleri ayırt ederken öznenin kendisini de ayrı tutması/heterojen kılması esastır. Bilindiği gibi Marks, görünenle gerçek arasındaki farka işaret eder ve bu farkın peşinden koşmayı bilim yapmak olarak adlandırırken, şüphesiz bilim insanının da, içinde bulunduğu toplumun bir üyesi olarak ‘işe’ ideolojik belirlenimlerce oluşturulan önyargılar ile başlayacağını vurguluyor, bilim insanının bu önyargıları bilimsel noktaya taşıyabilmesinin kendisini heterojen kılmakla mümkün olacağını söylüyordu. Öyleyse Marks’ın ‘yanlış bilinç’ kavramıyla ideolojiye yüklemiş olduğu olumsuzluğu genele yayarak her ideolojiyi ‘yanlış bilinç’ olarak değerlendirmek bilim insanını daha başında bilim yapamaz hale getirmek olacaktır ki bu Hasip Akgül’ün de karşı çıktığı bir noktadır. Bu ise üretilmiş bir yanlış bilinç olarak, ideolojilerin sonunun geldiği yönündeki örnekte olduğu türden, bir ideolojinin gerçek üzerindeki bütün çarpıtma mesaisini bir yönteme dayanarak ortaya serecek bir anlayışın da bilimsel olamayacağı anlamına gelecektir.

Görünen aynı zamanda gösterilen de demektir ve öze doğru yapılacak yolculukta farklı bakabilmek bir nitelik haline geldiğinde gösterilenle de yetinilmeyecek ve puslu camların ardından görmemizi sağlayacak birer kılavuz edineceğiz demektir. Akgül “Akıp giden görüntüleri yakalayabilmek için, insanın bu görüntüleri bir yasanın boyunduruğu altına alması, yanılsama dolu gövdesini kavram parçalarına ayırması ve şayet varsa yaşayan ruhunu ayrı bir söz çerçevesi içinde saklamaya alması gerekir; ideoloji budur” derken böylesi bir kılavuzun görünen köylere de gerekebileceğini vurgulamış oluyor.
KAYNAKÇA
AKGÜL, Hasip, Görme Kılavuzu, Akış Yayıncılık, İst., 1999
ÇULHAOĞLU, Metin, Binyıl Eşiğinde Marksizm Ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, İst., 2002.
CANGIZBAY, Kadir, Globalleş(tir)me Terörü, Odak Yayın Ve Dağıtım, Ank., 2003.

6 Nisan 2012 Cuma

Bir Melankoli Saatinde Fahrenheit 451 Üzerine

“Eğer dünya kitap okumayanlarla,
öğrenmeyenlerle,
bilgisizlerle dolmaya başlarsa,
kitapları yakmak zorunda kalmazsınız,
değil mi?”
Bundan on yıl kadar önce güzel bir akşam, çoğu kez yaptığımın aksine, dışarı çıkmış bulvarda yürüyordum. İnsanların oturması için konulmuş banklardan birine oturup çevreme bakınıyordum ki, bir polis memuru, tepemde dikilmiş bir halde, amirinin beni görmek istediğini söylüyordu. Yanına vardığım polis amiri, son derece bozuk bir lisanla, ne yaptığımı sordu. Dinleniyorum diye yanıtlamama rağmen araca bindirilip güvenlik soruşturmasına uğramıştım. Polis amiri terör suçlusu olabileceğim konusunda kuşkularının olduğunu söylüyor, bir yandan da bana ‘eşlik edecek’ kişileri parmağını rastgele sallayarak seçmekten çekinmiyordu. Bu ‘Alice Harikalar Diyarında’ rastlaşmasından son derece sinirlenmiş olarak, yürümenin yasaklandığı ve bütün yayaların suçlu sayıldığı gelecek bir zamanda geçen, Yaya’yı yazmak üzere eve koştum.
Fahrenheit 451 adlı romana kaynaklık eden öykülerden biri olan Yaya adlı öykünün yazılma sürecini bilenler için yukarıdaki anlatı tuhaf gelmiş olabilir. Çünkü bu paragraftaki yaşanmışlıklardan sadece en son cümlede yer alanlar bu öykünün yazarı Ray Bradbury’e ait. Ne var ki, iki olay arasında geçen elli yıllık bir zamana karşın insanı özgürlükten yoksun bırakma, başka bir ifadeyle onu aşağılama edimi olaylar ve insanlar arasındaki ilişkiyi tarih boyunca homojen kılmaya devam ediyor. Yazar romanda, bu özgürlükten yoksun bırakılma sürecini işlerken aynı zamanda bu süreçteki mücadele ve rıza ilişkilerine de odaklanmaktan geri durmuyor.

Ray Bradbury’nin kitaba yazdığı önsözde aydınlık yanlarım diye söz ettiği genç bir kız olan Clarisse McClellan ve itfaiyeci Guy Montag ile onun karanlık yanlarını oluşturan itfaiyecilerin şefi Yüzbaşı Beatty ve Profesör Faber’den oluşan dört ana karaktere sahip diyebileceğimiz roman, kitap okumanın tehlikeli bulunduğu ve yasaklandığı ‘gelecek bir zamanda’ geçen, evlerin yangına dayanıklı ince plastik bir kılıf ile kaplandığı, itfaiyecilerin ise tek işlerinin evlerinde kitap bulunduran insanların evlerini ateşe vermekle görevli kişiler olduğu kurgusuna dayanıyor.

Ray Bradbury’ye göre buradaki itfaiye metaforu ile anlatılmak istenen sansür mekanizmasıdır. Ne var ki bu mekanizmanın nasıl ortaya çıktığı ve geliştiği konusunda pek ince eleyip sık dokumayan kimi anlayışlara göre Ray Bradbury’nin başka bir yerde bu kitabı baskıcı yönetimlere değil de televizyonlara karşı yazmış olduğunu belirtmesi kendi yazdığı kitabı dahi anlamadığının bir göstergesi kabul ediliyor. Oysa kitabın mantığın temel önermelerinden olan “Nedende olmayan hiçbir şey etkide de yoktur” önermesine sadık kalan bir anlatıma sahip olduğunu söylemek mümkün. Öyle ki romanda, Ray Bradbury’nin birbirleri ile ayrı saflarda olan itfaiye şefi Yüzbaşı Beatty’ye ve Profesör Faber’e “Devletten tepeden inme bir şekilde gelmedi bunlar. Ne baskı, ne uyarı, ne sansür başlangıçta hiçbiri yoktu, hayır” ve “Halk okumayı kendi isteğiyle bıraktı” şeklindeki aynı manaya gelen sözleri söyletmiş olması ‘sonlu nedenselliğe’ bu açıdan bir itiraz olarak ele alınmalı. Beyaz camdan yansıyan ışık karşısında bu kadar büyük bir kitlenin hem de çoğu kez aynı anda büyülenmiş bir şekilde kalakalması dünyadaki hiçbir baskıcı yönetimin kendi öz gücüne dayanarak gerçekleştirebileceği ‘mucizelerden’ olmasa gerekir…

İnsanların ‘oturma odası’ denen odalarda işlerinden geriye kalan bütün zamanlarını TV izleyerek geçirdiği, hız ve teknolojinin ayrıntıları ve ayrıma varmaları silikleştirdiği, salt mutlu olma arzusunun yüceltildiği ve topluluk ruhunun bir salgın gibi yayıldığı bir toplumda tüm bunların ardından gelen bir savaşı sonuç olarak değerlendirirseniz bu sonuç size oldukça büyük gelecek ve sizi etkileyecektir. Oysa “Etki nedenden büyük olamaz; çünkü etki nedenin açığa çıkışından başka bir şey değildir.”

Nedenlerin ve etkilerin belirsiz/sonsuz ilerlemesi kitabın yazıldığı dönemin siyasi atmosferi ile Ray Bradbury’nin kişisel tarihi birlikte irdelendiğinde gerçek bir ‘cilve’ye dönüşüyor. Bradbury kitabın basımı için çaldığı bütün kapılardan eli boş dönüyor, hiç kimse geçmişteki, şimdiki ve gelecek zamandaki sansürle ilgili bir roman basmaya yanaşmıyordu. Çünkü dönem cadı avı diye adlandırılan McCarty dönemiydi ve UnAmerican Activities Commitee eliyle Birleşik Devletler aydınları soruşturmalara uğruyorlardı ve Ray Bradbury de, tarihin bir cilvesi olarak, tıpkı 1680’de on göbek büyük-büyükannesi Mary Bradbury’nin yargılandığı ama yanmaktan kurtulduğu cadı avının bir benzerine işte bu şekilde maruz kalıyordu.

McCarty döneminin kitaptaki yansıması diyebileceğimiz ‘iyi sistem’ ile ilişkisini, kendisi de dahil, rıza olma üzerinden kuran bir çevreye sahip olan Montag’ı harekete geçiren flaş patlamaları Clarisse ile tanışmasından sonra gerçekleşiyor. Clarisse, fermuarın düğmenin yerini aldığı, insanın giyinirken düşünecek kadar bile bir zamanının, bir melankoli saatinin olmadığı bir dünyaya pek ‘anormal’ gelen şeyler yapıyor: Tek başına yürüyüşe çıkmak, ‘amaçsız’ bir şekilde yağmurda ıslanmak, ağaçlara dokunmak, kelebeklerle ilgilenmek gibi. Buna ek olarak dayatılanı kabul etmeyen, sorgulayan bir tarafı da var. Düzenin has evladı olan Yüzbaşı Beatty’nin sözleriyle bir şeyin nasıl yapıldığını değil, niçin yapıldığını bilmek istiyor. Bu anlamda sistemin pek de sevmediği ama çok iyi ‘bildiği’ bir kişilik. Böyleleri okulda anti-sosyal, psikiyatrda sorunlu, işyerinde güvenilmez, aile içindeyse anlaşılmazdır…

Clarisse’in hayatı ağır çekimde, sindirerek yaşıyor oluşunu Yüzbaşı Beatty’nin melankoli olarak değerlendirmesi bize melankoli durumuyla kendini gerçekleştirmek arasında sıkı bir bağ olduğu noktasında uyarıcı bir etki yapıyor. İçinde bulunduğumuz gerçek dünyanın tarihine baktığımızda da çalışma saatlerinin geçmişten günümüze doğru azalma gösterdiğini, ancak aradaki zaman farklarının/melankoli saatinin bugün başka etkenlerle doldurulmuş olduğunu görüyoruz. Öyle ki günümüzde iş saati olarak belirlenen saatler bile, zorunluluk ilişkisinin rıza ilişkisine evrildiği bir dünyada, bu başka etkenler karşısında işlev bakımından çok daha ‘masum’ kalmakta. İnsanın bu ‘melankoli saatini’ çok sıradan görüyor ve kendi isteğiyle kolayca devrediyor oluşu, kendi varlığını buna dayandıran bir sistem için bulunmaz bir nimet aynı zamanda.

Montag’sa, flaş patlamaları dindikten sonra gelecek olan aydınlığa Clarisse’in hayatını anlamlı kılan şeyi aramakla yol alırken aslında ne için mücadele ettiğinin de ayırdına varıyor. Tüm büyük mücadeleler belki farkına varılmayan ve basit addettiğimiz nedenlere dayanıyor, tıpkı Montag’ın serüveninde olduğu gibi…
“…Herkese bir süre düşünmelerini ve ezberlemeyi ve karşısına çıkacak her türlü sansürden ve ‘itfaiyeciler’den korumayı en çok isteyecekleri kitabı seçmelerini tavsiye ediyorum. Ve sadece kitabı seçmekle kalmasınlar, neden onu ezberlemek istediklerini ve neden bunun gelecekte hatırlanmaya ve anlatılmaya değer bir kitap olduğunu da açıklasınlar.”
Kaynakça 
*BRADBURY, RayFahrenheit 451 (Çev. Zerrin –Korkut Kayalıoğlu.), İthaki Yayınları, İst., 2010.
**HEGEL, G.W.F.; Bütün Yapıtları-Seçmeler (Çev. Hüseyin Demirhan), Onur yayınları, Ank., 1976, ss. 127 ve 198-205.